UÇURUMUN KENARINA GELENE KADAR

Eylül ayı geldi ve geçiyor. Sonbaharın ilk göz ağrısı beraberinde getirdiği mis gibi toprak kokan yağmurlu havaları ekim ayına emanet etmeye hazırlanıyor. Bu havaların verdiği tatlı melankoli ile harmanlanmış huzur hissi birçoğumuzu kendimizle zaman geçirmeye davet ediyor. Bu davete kulak verenlerden biri olarak ilk işim kitaplığımın kapısını çalmak oldu. Tanrı misafiri olarak kabul edildiğim bu büyük ve sıcak yuvada beni ilk karşılayan ise bir süredir okumak istediğim Vadi isimli roman oldu. Bu misafirperver romanın yazarı ise İnan Çetin. Niyetim size bu romanı anlatmak değil elbette. Vadi ancak doğrudan okuduğunuzda size gizlediği güzellikleri sunan bir kitap bana kalırsa. Benim asıl niyetim size bu romanda geçen iki satırın nasıl benim ilham ve cesaret kaynağım olduğunu anlatmak. İşe ise sizinle bu iki satırı paylaşarak başlamak istiyorum.

Büyük acıların gölge düşürdüğü hayatları, insanın yüreğini titreten korkuların doğurduğu cesur değişimleri, ruhu taşa çeviren zulüm ve kederin rahminde hayat bulan merhameti ve huzuru bağıra çağıra anlatan yazar, kitabın sonunda usulca fısıldadı bu satırları kulağıma. Sayfalar boyunca yazarın yüreğime ilmek ilmek işlediği acılardan olsa gerek ki bu sözün hayatta karşımıza çıkan zorlukların bizi geliştirdiği gibi – doğru ama doğru olduğu kadar da klişe – bir anlama geldiğini düşündüm ilk önce. Ne büyük hayal kırıklığıydı benim için ama! Çeşit çeşit duyguyu bana hissettiren böylesi bir kitabın kapanışı bu kadar da klişe olmamalıydı. Evet, ifade ediliş şekli çarpıcıydı bu satırların; fakat anlam ne bu çarpıcı satırların içini dolduruyordu ne de bu kitaba yakışır bir nokta koyuyordu. Söylemeye çalıştığı başka bir şey olmalıydı anlatıcının. Hâl böyle olunca eğilip bu satırların fısıltısına bir kere daha kulak verdim ben de.

Gerçekten de yazarımıza ikinci kez kulak verdiğimde farklı şeyler söyledi bana bu sözcükler. Hayat elbette bizi birtakım zorlukların ortasına sürüklüyor ve bizi daha güçlü kılıyordu belli bir ölçüde; fakat yazar uçurumun kenarına sürüklenmekten değil, gelmekten bahsediyordu. Mecburiyet hakkında değil, tercihler hakkında konuşuyordu. Uçmak için ise güçlü olmak değil, özgür olmak gerekiyordu. Peki, gerçek hayatta karşılığı neydi bu sözlerin?

Birçoğumuz fiziksel anlamda kendimizi daha fazlası için zorlamaktan çekinmiyoruz. Kariyerimiz için sınırlarımızın dışına çıkmaktan korkmuyoruz. Her gün yeni zorluklarla kendimize meydan okuyor ve her gün kendimizi daha güçlü kılmanın yollarını buluyoruz. Yaşadığımız yüzyıl âdeta bir arena, bizler ise âdeta modern gladyatörleriz; fakat savaştığımız arenaya zincirlerle bağlıyız. Uçmak şöyle dursun, birkaç metre yukarıya zıplamaktan bile âciziz. Meydan okuduğumuz zorluklar kanatlarımızı ortaya çıkartmıyor ve hatta onları ruhumuzun derinliklerinde bulup kökünden koparıveriyor. Her birimiz ayağı yere basan (!) insanlar olup çıkıveriyoruz. Üstelik bunu bir marifet sayıyor, bir başkasını takdir etmek için kriter olarak görüyoruz. Âdeta 21. yüzyıl arenasına olan mahkûmiyetimizin âşığı oluyoruz. Hâl böyle olunca insan, yazarın ortaya attığı fikri sorgulamaya başlıyor takdir edersiniz ki.

Zihnimin kıvrımlarını adım adım dolaşarak sorular yönelttim yazarın ortaya attığı bu fikre. Aslına bakarsanız ben okula yeni başlayan çocuktum, yazarın iddiası ise bir öğretmen. Ben sordukça o bana cevaplar verdi. Ben sustukça beni sormam için teşvik etti. Sonunda anladım ki asıl zorluk onca fedakârlıktan sonra kazandıklarımızı kaybetmemek veya elimiz boş olsa dâhi yaşadığımız acıyı tekrar yaşamamak için sırt döndüğümüz geçmişimize, dudak büktüğümüz fırsatlara ve koşarak kaçtığımız korkularımıza kucak açabilmek. Asıl zorluk kucağımıza aldığımız geçmişimizi, sırtımıza binen korkularımızı, ayağımıza dolanan acı tecrübelerimizi beraberimizde taşıyarak güçlenmek, güçlendikçe kazanmak ve kazandıkça zaferlerimize sahip çıkmak. Bu zorluğa gönüllü bir şekilde meydan okuyup onu ardımızda bırakırsak zincirlerimizden kurtuluyor ve kanatlarımızı gökyüzüne doğru açıyoruz. İşte o zaman özgür oluyor, işte o zaman uçurumdan kendimizi bıraktığımızda uçmayı öğreniyoruz.

Suphi ve Pervane’nin hikâyesi de uçurumlarda filizlenen zincirlerin dünyasında zincirleri kırarak çiçekler açan, yeryüzünün üstünde gökyüzü olduğunu hatırlatırcasına büyüyüp serpilen bir öykü. Olur da çağımızın bize vurduğu zincirlerden kurtulmak ve özgürlüğe kanat çırpmak isterseniz tıpkı benim gibi bu öyküye kulak verin. Her ihtiyacınız olduğunda size ilham ve cesaret verecek, uçmayı başardığınızda sizi ilk alkışlayan o olacaktır.

Çetin, İ. (2020). Vadi. Yapı Kredi Yayınları.

Leave a Reply