Ayrıldığım yalanlardan ayıldığım gerçeklere: Huzursuzluk

Harese nedir, bilir misin? Develerin çölde çok sevdiği bir diken var. Deve dikeni yedikçe ağzı kanar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider. Kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doymaz… Ortadoğu’nun âdeti budur, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur.”

Huzursuzluk, sayfa 46

Başlamadan bir uyarıda bulunmak istiyorum, kitabı okumamış okurların yazıyı okumalarını tavsiye etmem.

Üniversite hayatına alışmak, hele de bu pandemi sürecinde, oldukça zorlayıcı oldu. Dersler, hayat ve çalışma düzeni kurmak zorlayıcı. Tek başımayım ve önceden bana takip edecek yollar sunan insanların olmayışından kaynaklı kendime yollar açmak ve düşe kalka bir patika çizmek zorundayım. Her gencin yaşayacağı ama herkesin gururla hatırlayamayacağı bir zaman sanırım, içinden geçtiğim bu zaman. Bütün bunlar, öyle ya da böyle altından kalkılabilir gibi geliyor bana. Çünkü alışıyorsunuz. Alışıyorsunuz, alışıyorsunuz; fakat alıştığınız her yolun kendine has tabelaları var. Benim karşılaştığım tabela, geldiğim yerin tabelalarına hiç benzemiyor. Elazığ’dan Ankara’ya uzanan yolculuğumun ortasında birkaç gece nefesimi tutarak okuduğum Huzursuzluk, uzaklaştığım kökleri ve okumayı unuttuğum tabelaları hatırlattı bana. Okudukça anladım ki, alışacağım onca yönü arasında kültür, benimseyeceğim bir şey olamayacak.

İbrahim’in doğduğu yere geri dönüşüyle belki de kaybettiği kendinden ve unuttuğu fikirlerinden haberdar oluşu, onun adımlarını atmamış benim için izinden gidilecek bir patika açtı. İlk düşündüğüm ne oldu bilmiyorum ama kendimi Doğu-Batı çatışmasının ortasında buldum bir anda. Hayatım şimdi, ilk zamanlarından o kadar farklı ki. İnsanların zihniyetleri farklı, bakış açıları ve söyledikleri sözler, sakinlikleri farklı. Ben farklıyım. Kafamdaki ev algısı, huzur bulduğum yer farklı. Değiştiğimi biliyordum ama öncesini ve sonrasını bu keskin ayrımda görmek, içimde bir yerlerde alevlenen eski ve yeni kimliklerimin de çatışmasını fark ettirdi bana. Boğulmuş gibi hissettim, kim olduğumu bilmiyormuşum gibi hissettim, hissediyorum. Sanırım, yaşamak da böyle bir şey, kim olduğumu bulmak için onu aramam lazım. İbrahim’in gözlerinden kendime bakmak, bunu ancak fark ettirdi bana.

İbrahim’in içine düştüğü –düştüğüm- çatışma bir yana, kitabın en etkileyici kısmının aslında Ezidilerin ve Hüseyin’in hikâyesi olduğunu vurgulamak zorundayım. Meleknaz, Zilan ve Nergis’in hikâyesi… Bilmiyorum ne kadar yaşadınız ama bazı şeyler vardır, insan kendini korumak için gerçekliğinden kaçar. Bu hikâye ve ardında barındırdığı gerçek benim için böyle bir gerçekti. İnanmak istemedim, çektikleri zulmün gerçek olduğuna, bir insanın başka bir insana bile isteye böyle acılar çektireceğine inanmak istemedim. İnsanların köle niyetine alınıp satılmasına, tertemiz kadınların bir peçete misali kirlenince kullanıp atılmasına; kendini korumaktan aciz insanların insan görünümlü canavarlar tarafından alıkonulmasına dayanamadım. Ben istedim ki, herkesin kendince bir sebebi olsun. Herkesin haklı olmasını istedim. Tek canavar ben olayım istedim, başka kimsenin canı yanmasın; kimse tecavüze, dayağa, cinayete kurban olmasın. Ardı ardına okuduğum sayfalar beni öylesine çarptı ki, bütün insanların aslında aynı yoldan başladığına ve ne kadar ayrılırsa ayrılsınlar yine de ortak bir paydada buluşabileceklerine olan inancım, canavarların olmayışına olan inancım gibi, bir anda yıkıldı. Ördüğüm bütün duvarları yıkıp içimdeki o kaçağa ulaştı, kendime itiraf edemediğim şeyleri önüme serdi bu kitap. Başlarken bir şeyler kazanacağımı umduğum bu kitaptan, bir parçamı bırakıp ayrıldım.

Ne demeliyim hiç bilmiyorum, şimdi o satırları tekrar okuyunca fark ettim ki bunu bir ifadesi yok. Belki bu yüzden Zilan, başından geçenleri anlatırken bu kadar ifadesizdi. Nergis’in son sözlerini okuduğum zaman vücudumun her yerini saran ve beni öylece bırakan, fonksiyonlarımı felç eden bu huzursuzluğu, bu yükü nasıl anlatayım? Anlatamam. Anlatamam… İnsan olmanın kıymetini, onu kaybetmiş diğerlerini görmedikçe anlamıyorsunuz. Doğduğunuz yerin kıymetini, başka insanlar sizde doğmadıkça anlamıyorsunuz. Söylemek istediğim çok şey var ama… Dönüp dolaşıp tek bir cümleye varıyorum her seferinde: “Ben bir insandım, abla!”

Kaynakça

Livaneli, Ömer Zülfü. Huzursuzluk. İstanbul: Doğan Kitap,  2017.

Leave a Reply