“Bahtiyar Ol Nazım”; Vera Tulyakova’nın, Nazım’ın ölümünden sonra onunla yaptığı sohbetlerin bir derlemesi. Kitabın başında, “Elinizdeki bu kitap yazınsal anılar değil, Nazım ile söyleşilerimizdir. Onun bizi terk edişinden iki üç hafta sonra başladı bu sohbetlerimiz.” diyor Vera. Kitapta yer alan anıları düzenleyense, Vera’nın kızı Anna Stepanova. Stepanova, bu anıları yayımlamaya nasıl karar verdiğini ve o süreçte neler yaptığını anlattığı giriş kısmında, aklında kalan “Nazım Amca”dan da söz ediyor. Kitapta, Nazım’ım Türkiye’den ayrıldıktan sonra Moskova’ya gelmesi, Vera’yla tanışması, dostları, yaşadığı zorluklar (kimi zaman ihanetler) ve “her şeye rağmen mutluluk” yer alıyor. Nazım Hikmet’in belki de en mutlu yılları; kimi zaman Nazım’ın, kimi zaman da ona en yakın kişi olan Vera’nın ağzından aktarılıyor. Nazım’la Vera’nın söyleşileri, tarihe tanıklık etme şansını yakalamamızı sağlıyor.
Kitapta, Nazım Hikmet’in en doğal haliyle karşılaşıyoruz. Vera’ya büyük bir açıklıkla kendini anlattığı anlar, bizim de onun ruhunu okumamızı sağlıyor. Bazen de Vera, Nazım’la ilgili düşüncelerini anlatıyor, böylece hayat arkadaşının gözünden Nazım’a bakıyoruz biz de. Nazım’ın, ömrünün sonuna doğru aşık olduğu Vera’ya hayata tutunur gibi tutunmasının, yıllar sonraki tanıkları oluyoruz. Söyleşilerinde, kimi zaman birlikte yaptıkları gezileri hatırlayıp gülüyorlar, kimi zaman hiç beklemedikleri anlarda ve beklenmedik yerlerden gelen darbelerden söz ediyorlar, kimi zamansa birlikte geçirdikleri güzel günleri özlemle anıyorlar. Vera, ömrünün sonuna kadar yanından ayırmıyor Nazım’ı, biricik eşini.
Nazım’ın Vera’yı tanımasıyla birlikte, biz de onların hayatına dahil oluyoruz. Nazım’ın Vera’ya olan bitmek bilmez hasretini ve her şeyi bir kenara bırakıp Nazım’a giden Vera’yı görüyoruz. Evliliklerinin şahidi oluyoruz. Nazım, nikah dairesine girmeden hemen önce şoförün söylediklerini anlatıyor Vera’ya:
“Şoförle aramızda çok komik bir konuşma geçti. ‘Yoldaş, siz Nazım Hikmet misiniz?’ diye sordu bana. ‘Evet.’ dedim. Bu sefer kimin evleneceğini sordu. ‘Ben.’ deyince de kederle: ‘Aman, Hikmet Yoldaş, onca yıl hapiste yattığınızı okumuştum. Mahpusluktan bıkmadınız mı?’ demesin mi? ‘Alışmışım bir kere kardeş. Ne yaparsın işte, alışkanlık!’ dedim.”
Oysa, Nazım’ın Vera’ya olan tutkusu göz önüne alındığında, evliliğin onun için mahpusluk değil özgürlük olduğunu anlamak çok kolay.
Vera, Nazım’ın kıskançlığından söz ediyor birkaç yerde. Hatta bu sebeple korku duyduğunu, ilk başlarda Nazım’ın onu başını katmaya zorlayacağını düşündüğünü anlatıyor. Nazım’ın da kıskanç bir insan olduğunu bildiğini, kendi söylediği sözlerden anlıyoruz. Nazım, daha önceki eşlerinden hiçbirinin güzel kadınlar olmadığını söylüyor ve bunu kıskanç yapısına bağlıyor. Annesinin bununla ilgili bir sorusuna da, zaten kıskanç olduğunu, güzel bir eşi olursa iyice çılgına döneceğini söyleyerek cevap veriyor. Elbette Vera, bu sebeple de bir ilk oluyor Nazım için, Nazım’ın güzel ve en çok sevdiği eşi…
Kitapta en çok işlenen konulardan biri de, Nazım’ın Türkiye’ye ve halkına duyduğu özlem. Vera, “hasret” kelimesini öğrenmiştir Nazım’dan ve bu kelimeyi iki türlü duymuştur onun ağzından; biri vatanına duyduğu hasret, diğeri de Vera’ya… Nazım, ülkesine ancak öldükten sonra dönebileceğini söylüyor Vera’ya. Ondan, bir gün mutlaka Türkiye’ye gitmesini ve Nazım’ı Nazım yapan toprağın kokusunu duymasını istiyor. Vera, bu dileği Nazım’ın ölümünden çok sonra, 1990 yılında İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’na gelerek yerine getiriyor. Nazım’ı çok üzen bir diğer konuysa, kendi halkı için ve Türkçe yazdığı şiirlerinin Türkler tarafından okunamıyor olması. Nazım, hayattayken kendi halkına yasak ve bu yasak, tehlikenin (!) ortadan kalktığı düşünüldüğünden olsa gerek, Nazım’ın ölümünden iki yıl sonra, yani 1965’te ortadan kaldırılıyor.
Nazım ve Vera, sık sık braber çıktıkları yurtdışı gezilerinden söz ediyorlar. Paris’e, Mısır’a gittikleri zamanları hatırlayıp orada görüştükleri dostlarını anıyorlar. Abidin-Güzin Dino, Avni-Henriette Arbaş, Hıfzı-Nezihe Topuz gibi, bizim için önemli ve değerli kişilerle olan dostluklarını görüyoruz. Kitapta yer alan fotoğraflar sayesinde onların gezdikleri yerlerde bulunuyor, masalarına konuk oluyor, tanımaya imkan bulamayacağımız değerli insanların sohbetine eşlik ediyoruz.
Nazım’ın dünya görüşünü de oldukça derin olarak görebileceğimiz kısımlar yer alıyor kitapta. Örneğin, Nazım’ın Vera’ya söylediği şu sözler, onun bilgiye verdiği önemi göstermesi açısından önemli:
“Verusya (‘Veracığım’ anlamında), ne olursa olsun İncil’i okuman gerek. Aydın kişi İncil’i, Kuran’ı bilmeli. Bak sizin Lev Tolstoy’a. Kutsal kitabı orijinalinden okuyabilmek için İbranice öğrenmiş. Orijinalinden! İncil okumak için de Yunanca öğrenmiş.”
Kitabın sonlarına doğru, Nazım’ın sağlığının bozulması ve Vera’nın onunla son sohbetini yapması anlatılıyor. 3 Haziran 1963 sabahı, gazetesini almak için kapıya giden Nazım’dan bir süre ses gelmemesi üzerine peşinden giden Vera’nın, kepının hemen önünde başı önüne düşmüş halde oturan Nazım’ı görmesiyle, Nazım’ın fiziksel varlığının bu dünyayı terk ettiğini anlıyoruz, oradaymışçasına.
“Sırtın kapıya yaslanmış, elin yere dayalı, bir ayağın Türk usulü bağdaş kurmuş gibi kıvrık, diğeri serbeste ileri uzanmış oturuyordun. Beyaz yüzün ve alışılmışın dışında sakin ifadenden, o dakikada anladım ölmüş olduğunu.”
“Bahtiyar Ol Nazım”, Vera’nın, Nazım’ın cüzdanında kendi fotoğrafının arka yüzüne yazılmış şiiri bulmasıyla bitiyor:
Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm