‘’Çok uzun yaşadığım ve pek çok kişi yitirdiğim için biliyorum ki, ölüler yokluklarıyla değil de –onlarla bizim aramızda- söylenemeden kalan sözler yüzünden keder verirler asıl.’’
Yazıma, biraz sonra bahsedeceğim kitapta okuduğum bu cümle ile başlamak istedim. Çünkü bu cümle beni kitap içerisinde en çok ölüm-yaşam ve gidenler-kalanlar mevzusunu derinlemesine düşünmeye sevk eden cümle oldu. Kimimizin belki yıllar önce okuduğu, kimimizinse henüz tanışmadığı Susanna Tamaro’nun Yüreğinin Götürdüğü Yere Git adlı eseri, başlı başına ‘’yaşam ‘’ve nihaî son olan ‘’ölüm’’ hakkında nokta atışı yapan tespitlerden oluşuyor aslında. Pek çok cümle, bir bilgeyi pür dikkat dinliyor ve ağzından çıkan cümlelerin pürüzsüzlüğü ve akla yatkınlığı karşısında şaşkınlıkla bakakalıyormuşsunuz gibi sarsıyor beyninizi. Kitaptaki tüm benzetmeler ve metaforlar, yaşam hakkındaki düşünce duvarınıza bir tuğla daha ekliyor sessizce.
Neydi ölüm? Dünya üzerindeki yaşantımızın sona ermesi diyebilir miyiz kısaca? Bu kadar kısa bir tanım elbette ölümün soğukluğunu tanımlamaya yetmiyor. Çünkü ölüm, yeni ‘’kalım’’lar doğuruyor tabiri caizse. Geride kalanlar için uykusuz geceler, bitmesini istemediği rüyalar, bitmesini istediği özlemler bırakıyor. İnsan fiilen sevdiklerini bırakıyor geride bir bakıma. Hiçbir zaman doldurulamayacak olan boşluğunu bırakıyor. Kışlığını bırakıyor, yazlığını bırakıyor. Her bir eşya onun benliğinden bir parça taşıdığından, her bir yere benliğini bırakıyor. Bir yemek tabağında açlığını bırakıyor, tokluğunu bırakıyor. Bir beyaz yastıkta iki saç teli, belki mutfak dolabında bir pasta defteri. Bir insan ölümüyle, kendisinin bile tahmin edemeyeceği kadar çok şey bırakıyor.
Ama kitaptaki büyükanne –başta bahsettiğim, pür dikkat dinlediğimiz bilge- aslında ölülerin yokluklarıyla değil, onlara söyleyemediklerimiz sözcüklerle keder verdiklerinden bahsediyor. Geri dönüşü olmayan en büyük pişmanlık, ölen yakınlarımıza söyleyemediklerimiz olsa gerek. Bıraktıkları boşluk bir yana, onları hayata döndürebilecek ve tek bir cümle söyleyebilecek şansımız olsaydı, onlara söyleyeceğimiz muhtemel cümlenin ‘’Seni seviyorum.’’ olduğunu bilmek, büyükanneye bir bakıma neden hak vermemiz gerektiğini açıklar nitelikte. Sevdiklerimizle geçirdiğimiz her an ne kadar değerli geliyor böyle düşününce. Onları sevdiğimizi bilmeleri ne kadar büyük önem arz ediveriyor birden.
Diğer yandan, bilge büyükanne; çocukluk, ergenlik, yetişkinlik ve yaşlılık dönemlerini bir zırh metaforuna dayandırarak aslında çocukluğun ve yaşlılığın ne kadar benzer olduğunu anlatmaya çalışıyor. Bir bakıma başlangıç noktamıza geri döndüğümüzü söylüyor yaşam ilerledikçe.
Zırh metaforunda büyükanne, ergenlik döneminde insanlarda görünmez bir zırh oluştuğundan, bunun yetişkinlik boyunca kalınlaştığından, yıllar geçtikçe bir elbise gibi yıprandığından ve en sonunda yaşlılık döneminde aniden yırtıldığından bahsediyor. Yani yaşlılık, çocukluğa ani bir geri dönüş oluyor insan hayatında. Çocukluğundaki gibi savunmasız ve narin oluveriyor birden yetişkin birey.
Bu mecaz bana, tüm bu yaşanmışlıkların sonunda zırhımızdan geriye; ellerimizde belki parça parça iplikler kaldığında bıraktığımız hayata geri dönüp bakma fırsatımız olduğunu düşündürdü–eğer şanslıysak-. Ve anlıyoruz ki, aslında bu zırh bizi yetişkin yaparken aynı zamanda duygusuzlaştırıyor. Çocukken masumuzdur. Ergenlikte kimsenin bizi anlamadığını düşünürüz. Yetişkinliğe adım attığımızda birden hayatın üzerimize çullandığını ve sorumlulukların altında ezildiğimizi fark ederiz. Çocuklarımız olur sonra, onların başını okşayacak vaktimiz bile olmaz. Ve nihayet, yaşlanır bedenimiz. Zırhımız yırtılır ve yeniden kelebekler havalanır yüreğimizden. Buruşuk ellerimiz torunlarımızın minik başlarına gider, fakat bu sefer onların zırhları oluşmaktadır. Bir türlü ulaşamayız birbirimizin ruhlarının en derinliklerine bu yüzden. Çocukluk ve yaşlılık, bu yüzden birbirine benzer. Çocukluk başlangıcımızdır, yaşlılık bitiş çizgisinden önceki son dik yokuş; ve ölüm, bitiş çizgisinin ta kendisi.