Bu yazı tüm gariplere gelsin.

Bu yazıyı nicedir yazmak istediysem de mümkün olmamıştı. Kelimelerle aramı düzelten acı eşiğime gelememiştim henüz. Derken baktım bu iş böyle olmuyor, açtım biraz haber (!) izledim, meyve yedim (Türkiye’de yaşayan insanların akıl sağlığını korumaları pek mümkün olmadığı için, aman bari vücut direncimize bi şey olmasın diyerek), OT’un son sayısını okudum (çünkü genel olarak dergiden bahsedeceğim) ve bilgisayarın başına geçtim. Yaklaşık yarım saat kadar da güzel şarkılar eşliğinde boş beleş ekrana bakarak nöronlarımı leyla ettikten sonra, kulak memesi kıvamına geldiğimi düşünüyorum. Gelmemişsek de yapacak bir şey yok; “Show must go on!”.

Ot Dergisi’ni duydunuz mu? Duymadıysanız yargılamayacağım ama; tam iki sene oldu dergi çıkalı efendim, hiç olmadı, adı falan bir garip gelmiştir de, içini karıştırmışsınızdır diye ümit etmekteyim. Yine de hiçbir şey için geç değil, keyfini ve kahyasını oturduğunuz yerde bırakıp en yakın bayiye kadar yürürseniz dergiyi temin edebilirsiniz.

OT DERGİSİ

Peki niye bu kadar ısrar ediyorum? Israr mı ediyorum? Evet, ısrar ediyorum. Çünkü Ot Dergisi bizi… Durun hikayeyi kuyruğundan tutmayalım, başa alalım.

Metin Üstündağ; ‘ÖKÜZ’ ve ‘hayvan’ sayfalarını kapattıktan sonra, Mart 2013’te yeni bir derginin yani OT’un öncülüğünü yapmaya başlıyor. Derginin arkası pek bir hareketli, herkes bunu beklemiş gibi. Aslında evet; bunu beklediler belki de, en azından okuyucu kitlesinden biri olarak neyi beklediğimi bilmeden OT’u beklemişim diyebilirim. Yazar kadrosunda kimler, kimler yok ki…

Sezai Karakoç, Hakan Günday, Hakan Bıçakcı, Birhan Keskin, Yekta Kopan, Metin Kaçan, Gündüz Vassaf, Erdil Yaşaroğlu, Selçuk Erdem, Met Üst, Halil Turhanlı, Batuhan Dedde ve Ertuğrul Mavioğlu,Burak Aksak, Jehan Barbur, Can Bonomo, Seyit Ali Aral…

Dediğim gibi, kadro çok hareketli. Kemik kadro var mesela, yeni gelenler- gidenler de oluyor. Derginin nasıl bir yer olduğunu görmedim ama; hayal ettiğimde aklıma eski mahallemizdeki bakkal geliyor. Belki de ‘Met Üst’, oradaki bakkal amcaya benzediği için olabilir bilemiyorum. Velhasıl; orası gibi herkesin birbiriyle tanışık olduğu, ayaküstü ne muhabbetlerin döndürüldüğü, “olduğu kadar olmadığı kader”, içinizden geçenleri söyleyebileceğiniz bir yer bence OT. Sonuçta, sevimli bir mahallenin bir bakkal dükkanı; ne kadar siyasi bir partinin veya herhangi bir grubun gizli üssü olabilir ki? Bağımsızlıkları ve eyvallahlarının olmaması, onları her dönem ayakta tutabilecek tek şey. Kimse, mizahın Dionysus şarap içmekten sıkıldığı için ortaya çıktığını düşünmüyordur sanırım.

OT DERGİSİ

Mizah zor ve zaruri bir şey insan için. Ülkemizde de bu ihtiyaçtan doğan demirbaş mizah dergileri mevcut tabii ki; ama OT’un hedefi mizahın fanatik kısmından ziyade, işleri biraz daha edebiyat kisvesine bürümek. Çünkü buna da ihtiyaç varmış, çıkınca anladık. OT Dergisi’nin bir melodisi var. Elinize bir sayı alıp okuduğunuzda bunu hemen anlıyorsunuz. Her şey fazlasıyla doyurucu. Sanki bir orkestra, parçanın kilit noktasına ulaşmış, keskin ve kısa bir sessizlik olmuş, ardından tüm enstrümanlar çağlayıvermiş gibi. Her yazarın yazısı, çizisi bambaşka ve ilginç bir şekilde birbirini tamamlayan tonda. Her sayfasında, köşesinde, nanometrik alanında fikir olan ve en önemlisi içi dolu fikirler olan bir dergi.

Aslında bir şeyi tanıtırken, özellikle de, ilgi duyduğunuz bir şeyse bu, üslubunuz ister istemez methiyeye kayar. Elde olan bir durum değildir bu; insan objektif olamaz, objektif olduğunu sanıp realist bakabilir ancak. Sonuç olarak; benim bu kayan cümlelerimi cetvelle düzeltmem mümkün değil; fakat bu sizi yanıltmasın. Bu yazıyı OT’u bilip sevenler derneğinin manifestosu olarak yazmıyorum; aksine mesela, OT’u alıp okumuş ve sevmemiş ya da daha almadan fikir ayrılıklarınız olduğu için elinizi uzatmamış kimselerdenseniz bir de şuradan yakın diye yazıyorum. Bu noktayı inceleyin ve sonra fikriniz değişmezse amenna diye…

OT Dergi’yi beğeniyor muyum? Evet. Ama her yazısı fikirlerimle uyuşuyor mu?  Tabii ki hayır. Öyle bir kolektif çalışma, benim düşüncelerimle tamamen uyuşsaydı; sanırım bu çoklu karakter bozukluğuna işaret olurdu. Derginin içinde çeşit çeşit insan var, dolayısıyla çeşit çeşit fikir. Bunları üreten insanların farklı farklı yaşamları, kültürleri, yetişme tarzları var. Aynı olaya, muhalif çatılı evin aynı penceresinden bakıyor gibi gözükseler de; o pencereye ulaşmak için kullandıkları sandalyeler çok farklı. Belki de, normal şartlar altında birbirinin varlığını reddeden iki sandalye o. Ama zaten bizi klon bir ırktan ayıran özellik de bu. Tüm bu insan adedince mevcut farklı dünyaların, yani hepimizin ortak bir ihtiyacı var: sorgulamak. Düşüncelerde tekelleşmenin önüne geçmek için, bir şeyin doğrusunda kaybolmamak için, yanlışın neden yanlış olduğunu ayırt edemeyecek kadar körleşmemek için… Bunun için hep beraber, birbirimizi, sürekli, sağlıklı bir şekilde sorgulamaya ihtiyacımız var. Kalabalık kadrosuyla bu sorgulamayı yaptığını düşündüğüm OT, yeni sorgulamalara da açık üstelik. Sizin de söyleyecek bir şeyleriniz varsa yazın derim.

Ihlamur Günlükleri

Son için afili bir cümlem yok; ama zaten söylenmesi gerekeni Müslüm Baba söylemiş:

‘’Yakarsa dünyayı garipler yakar.’’

Dipnot: Dergi hakkında daha çok bilgi edinmek ve bakış açısı kazanmak için, Metin Üstündağ’ın şu röportajını okumanızı tavsiye ederim:

http://www.ahaber.com.tr/yasam/2013/02/23/canli-yayina-kufur-freni

Leave a Reply