Sanatımız; fikirlerimizi olduğu kadar iç dünyamızı, herkesten gizlediğimiz duygularımızı ve dünyaya bakış açımızı da yansıtır. Van Gogh en zor dönemlerinde paletini maviye boyamıştır, ressamlar kullandıkları gölgeleri ve çizim şekilleriyle görünenin ötesinde hikayeler anlatmışlardır. Alelade seçilmiş gibi duran bir renk bile bir tablonun ana fikrini ortaya koyan bir sembol olabilir. Çaresizlik de üzüntü de nefret de baktığınız bir tablodan kalbinize işleyebilir, ancak sanat algısı görecelidir. Biri bir resimde müthiş bir hüzün görebilirken başkası aynı tabloyu umutlu olmaya bir çağrı olarak algılayabilir. Maud Lewis’in resimlerine bakan biriyse içine yansıyan ışıkta sadece mutluluk, ümit, ve yaşama sevinci bulacaktır.
Maud, 1903’te arterit hastalığıyla Yarmouth, Nova Scotia’da doğduğunda neredeyse hiç çenesi yoktur, herkesten daha ufak ve çok daha farklıdır. Belki de bu farklılığının getirdiği bir çekingenlikle, dışarıda ve yaşıtlarıyla fazla vakit geçirmez, ama mutsuz bir çocuk da değildir. Hatta tam aksine, gelecekte yapacağı resimleri, çocukluğundaki güzel anılarından esinlenerek yapacaktır. Maud, ressam olarak kariyerine, annesinin ona satılmak üzere Noel kartları hazırlatmasıyla başlar ve hayatı boyunca resmi hiç bırakmaz. 1935’te babasını, ardından iki yıl sonra da annesini kaybeden Maud, teyzesiyle beraber yaşamak için Digby’ye taşınır ve kısa bir süre sonra orada tanıştığı balık satıcısı Everett Lewis ile evlenir. Maud ilerleyen hastalığından dolayı iş yapamaz, bu yüzden evin bütün işlerini Everett üstlenir, Maud da resimlerini satarak para kazanır.
1965’te, hayatı hakkında çekilen bir belgeselde resimlerini hiçbir yere çıkamadığı, hep evde olduğu için hayal gücünden ve anılarından yararlanarak yaptığını söyler. Dünyası o küçük kulübeden ibaret gibi gözükür ancak yüzünden hiç eksilmeyen gülümsemesi, başka bir hikaye anlatır. Bu belgeselde Maud’u kariyerinin erken zamanlarından beri destekleyen sanat simsarı Claire Stenning, Maud’un eserlerini, çocuksu ve muazzam bir his veren, içinde hiç gölge barındırmayan, canlı ve mutlu resimler olarak tanımlar.
Hayatının 32 yılını ufak bir kulübenin içinde yaşayan birinin nasıl böylesine mutlu resimler yapabileceğine anlam veremeyenlere Maud, mutluluğunun somut çıktısı olan eviyle cevap verir. Maud ve Everett’in evi, başlı başına bir eserdir ve belki de Maud’un başyapıtı sayılabilir. İnsan genelde hayatını sanatına yansıtır. Ancak Maud, sanatını hayatına yansıtmıştır. Başyapıtı olan bu ev, 1970’te Maud’un ve 1979’da eşi Everett’in ölümü üzerine bir süre sonra bakımsızlıktan dolayı zarar görmeye başlar ve bu eşsiz mirası korumak isteyen Digby sakinleri, Maud Lewis Painted House Society’i kurar. Ardından 1984’te ev, Nova Scotia Sanat Galerisi’ne alınarak ziyaretçilerine açılır.
Maud’un hikayesi, Aisling Walsh’ın yönettiği ve Sally Hawkins, Ethan Hawke gibi isimlerin yer aldığı Maudie (2016) filmiyle daha geniş kitlelere ulaştı. Eğer Maud’u daha yakından tanımak isterseniz filmi izleyebilir ya da Oeno Gallery’den Maud’un resimlerine ulaşabilirsiniz.
Acısıyla tatlısıyla ne yaşarsanız yaşayın, aynı Maud gibi hayatın gölgelerine değil de aydınlığına odaklanabilmek dileğiyle…
Pingback: GazeteBilkent – Zhao Xiaoli: Sanat Yaşamak İçindir
Ayşe Beyza Çanakçı
Muhteşem bir yazı! Gece 01.30’da üç tane yazınızı okudum. Kaleminize ve bilginize sağlık!