Cinsellik ; büyük ölçüde doğumdan itibaren ergenliğin sonuna kadar geçen zaman diliminde gelişen, bir insanın tüm yaşamını etkileyebilecek gücü olan, ve bu kadar büyük güce sahip olan tüm kavramlar gibi, içi tabularla doldurulmuş bir kavram. Özellikle geçtiğimiz yüzyılda Sigmund Freud’un ortaya attığı fikirler çerçevesinde, sosyolojik,psikolojik, kültürel alanlara etkilerinin fark edilmesi açısından adeta devrimsel bir değişim içerisinden geçen bu kavram, içerisinde bir çok mitler ve tabular barındırır. Kişiden kişiye değişebilecek bir görüş olsa da, tabularla alakalı benim görüşüm, tabuların, yöneltildiği alana ve yaşadığı çağa göre toplumsal alanda faydaları da zararları da olabilecek yasaklar olduğu yönündedir. Ancak cinsel tabular hem toplumsal hem bireysel anlamda çok vahim, zararlı sonuçlar doğurma potansiyeline sahiptir ve herhangi bir faydası düşünülemez. Bana göre bu iddia kişiden kişiye değişemez bir biçimde herkes tarafından kabul edilmelidir. Çünkü bahsettiğimiz vahim sonuçları her gün haberlerde, ya da yakınlarımızın başına gelen olaylarda, ya da bizzat kendimiz tecrübe ederek fark edebiliriz. Önce bu tabuların nereden ortaya çıktığı, başka bir deyişle neden faydalı olabileceğinin düşünüldüğüyle başlayalım.

 

ZARARLI GELENEK-GÖRENEKLER İLE MİLLİ AYDINLANMA ARASINDAKİ ÖNEMLİ ÇİZGİ

Atalarımızdan miras kalan kültürün zararlı bileşenleri ile aydınlanmaya katkı sağlayacak bileşenleri arasındaki düşünsel farkı ayırt etmek hem kendi hayatımıza hem de yaşadığımız toplumun düşünsel,kültürel hayatına yapacağımız katkıların ilerici veyahut gerici niteliğini belirleyen en önemli noktalardan biridir. Ancak düşünsel olanı fark etmek dilsel kullanımı fark etmekten geçer. Dolayısıyla önce bazı kelimelerin anlamları arasındaki farkı anlamamız gerekir. TDK’ya göre ;

  • GELENEK : Bir toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar.

 

  • KÜLTÜR : Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü.

 

Dikkat ederseniz, gelenek çerçevesinde tanımladığımız her şeyin saygın tutulmasının tek sebebi, eskiden kalmış olmaları. Ancak toplumların kendilerine has milli kültürleri içerisinde var olmuş değerler, toplumsal gelişme sürecinde yaratılıyor. Bu toplumsal gelişme, var olmuş tüm milletlerde tarihin belirli dönemlerinde ilerici, belli dönemlerindeyse gerici nitelikte olmuştur. Bu noktada dünya insanlığına bir ulus-devlet olarak gerekli katkıyı sağlamak istiyorsak, milli kültürümüzü oluşturan “toplumsal gelişme” kelimesinden, “medeniyet kurma çabası içerisindeki süreç” , hatta daha da ileri giderek “yarı insan – yarı hayvan döngüsünden sıyrılıp, insanlığa ulaşma çabası içerisinde gerçekleşen süreç” tamlamalarını çıkarsayıp, bu yönde çalışmalıyız. Bunun yolu da toplum olarak bir özeleştiri yapıp kültürümüzde bulunan birtakım sosyal hayata zarar veren geleneklerden sıyrılmaktan geçiyor. Atatürk de buna benzer bir şey düşünmüş olacak ki, “Geleneklerimizi muasır medeniyetler seviyesine çıkaracağız.” cümlesi yerine “Milli kültürümüzü muasır medeniyetler seviyesine çıkaracağız.” cümlesini söylemeyi tercih etmiş. Çünkü gelenekte “muasırlık” diye bir seviye olamaz. Gelenek, seviyelere ayrılabilecek bir olgu değildir. Gelenek kavramı içerisinde dikkate değer  bir diğer şeyse, sosyal alanda yaptırım gücü olmasıdır. Geleneklere yoğun bir değer veren bir çevrede büyüyüp yaşıyorsanız, ki Türkiye’nin çok büyük bir bölümü bu tanıma dahil, geleneği devam ettirmemek, dışlanmanıza, fiziksel şiddete maruz kalmanıza, hatta öldürülmenize sebep olabilir.

İşte geleneklerin bu özelliği, son noktada tabuları ortaya çıkarmaktadır. Tüm bunları anlatmamın sebebiyse, belli bir topluluğun kendi dinamikleri içerisinde tarihsel süreç boyunca soyunu devam ettirdiği süre içerisinde yazdığı şiirler, oluşturduğu destanlar ve halk hikayeleri, tüm bunların birleşmesiyle oluşan kendine has edebiyatı, yaptığı müzik, vs. Bunların hepsi “kültür” alanına aittir ve bir toplumu “toplum” yapan, o toplumun ve insanlığın aydınlanmasında öncü kuvvetlerden biri olabilecek en değerli unsurlardan birkaçıdır. Ancak bu alanda yer alan sözsel ya da yazınsal düşünceler, bir noktada geleneğe ve tabulara katkıda bulunma potansiyeline sahiptir. Çünkü insanlar bu oluşturdukları sanatsal aktiviteleri büyük ölçüde önemseyecek ve gelecek kuşaklara aktarmak isteyecektir. Ancak milletlerin tarihlerine baktığımızda kendine çok sık yer bulan bir hata vardır ki, o da sanatsal aktiviteleri aktarmak yerine, o sanatsal aktiviteler çerçevesinde oluşturulmuş birtakım düşüncelerin kalıplaştırılması, ve bu kalıpların dokunulmaz niteliği kazandırılarak gelecek kuşaklara aktarılmasıyla sonuçlanmasıdır. Az önce kullandığım son cümle de ilk paragrafın son cümlesinin cevabıdır : Tabuların faydalı görülmesinin sebebi.

Dolayısıyla benim gibi bir adam çıkıp da cinselliğin serbestçe konuşulması ve yaşanması gereken bir kavram olduğunu söylediğinde, az önce anlattığım hataya düşmüş atalarımızın torunlarının beyinlerinde istemsizce bir direnç oluşacaktır ve muhtemelen bunlardan bazıları da “milli kültürümüze saldırıyor!” diyerek beyninde neden oluştuğunu bilmediği dirence kendince bir anlam yüklemiş olacaktır. Ama aslında olan şey, kalıpların yıkılarak milli kültürün daha rahat ilerlemesine vesile olma çabasından başka bir şey değildir. Cumhuriyet tarihine baktığımızda da bu çabaya sahip olup anlaşılamamış,dışlanmış çokça edebiyatçı,düşünür, gazeteci vs. görürüz.

Karşılaşılması muhtemel ikinci bir sonuç da, insan aklının kendisiyle çelişmesidir. Çünkü cinselliğin her türlü yönünün serbestçe konuşulmasının faydalı olacağını fark etmiş insan, aynı zamanda az önce bahsettiğim hataya düşmüş atalarımızın torunuysa, çelişki kaçınılmaz olacaktır. Bize düşen görevse, konu cinsellik olduğunda, bu çelişkiyi kırmak, tabuları yıkmaktır. Milli kültürümüzün aydınlanma yolunda ilerlemesine  katkıda bulunmak için bu yazıyı kaleme aldığım konusunda gerekli iknayı elde edebildiysem, artık cinsel tabulara saldırmaya başlayabilirim.

Cinsel tabular, içerisinde birçok aslında nadir olmayıp her insanın “nadir” olduğunu düşündüğü, güya “aykırı” yönelim vs. bulundursa da, cinselliğin farkındalığı konusunda geri kalmış birçok toplumda bu “aykırılıklara” gelene kadar “normal olan” yönelimlerde bile tabulaşma sıkıntısı mevcuttur. Dolayısıyla eleştirilerimi sıralarken “normal olandan” “aykırı olana” doğru bir yol çizerek sıralayacağım. Ve bu sıralamanın başında cinsel eğitim yer alıyor.

CİNSEL EĞİTİM VE BU EĞİTİM OLMADIĞINDA GERÇEKLEŞEN SORUNLAR  

Biz her ne kadar öyle olmuyormuş gibi davransak da gerçekte bebekler doğdukları andan itibaren cinsel duygular ve düşüncelerle iç içedirler. Ben çocuk ve insan psikolojisiyle ilgili bir uzman değilim, dolayısıyla cinsel gelişimin evreleri konusunda kapsamlı bir yazı kalem alabilecek potansiyelde de değilim. Ancak Freud’un teorilerine kabataslak bir bakış bile bir bebeğin aldığı her yaşta, bebeklikten çocukluğa, çocukluktan  ergenliğe ve oradan da yetişkinliğe geçişin her aşamasının cinsel gelişimle iç içe olduğunu ve bu cinsel gelişim doğru bir şekilde gerçekleşmezse yaşayacağı tüm romantik ilişkilerde büyük sıkıntılarla karşılaşacağını anlamak için yeterlidir. Üç yaşından itibaren çocuklar cinsel kimlikler ve toplumsal cinsiyet algısı üzerine düşünmeye, ve etrafında fark ettiği düşünceleri bir sünger gibi emmeye meyillidirler. Bu yaşlardan itibaren ergenliğin sonuna kadar kademeli bir şekilde giderek cinselliğin ayrıntılarına doğru yol alan bir öğrenme programı o insana ne kadar başarılı uygulanırsa, o insanın büyüdüğünde sağlıklı ilişkiler kurma yolunda, dolayısıyla da hayatının her alanında mental ve fiziksel olarak sağlıklı olma yolunda başarı şansı o kadar yüksek olacaktır. Bahsettiğim öğrenme programı kimi ülkelerde devlet tarafından okullar aracılığıyla düzgün bir şekilde uygulanırken, kimi ülkelerde bu öğrenme programı okullar tarafından değil, aileler tarafından uygulanmaktadır. Ancak en kötüsü, Türkiye’de dahil olmak  üzere, okullarda ya da ailelerde farketmeksizin cinsel eğitimin din ya da gelenekler aracılığıyla yönlendirilen tabular tarafından belirlenmesidir. Oysa cinselliğin ; kültürle,milliyetle ya da coğrafyayla -mümkün olduğunca- alakası olmaması gerekir, çünkü dışarıdan herhangi bir etki olmadığında, cinsellik biyolojik etkenler sonucunda ortaya çıkar, ve her insan kendi biyolojik etkisi çerçevesinde, başka bir deyişle genleri çerçevesinde bu olguyu fark etmeli ve hayatı boyunca yaşamak istediği şekliyle yaşamalıdır. Ülkemizde devletin eğitim kurumları tarafından oldukça hatalı bir şekilde uygulanan ya da hiç uygulanmayan bu cinsel eğitimi çocuklara doğru ve nesnel bir şekilde vermek ise, ebeveynlere düşüyor. Bu konuda bilimsel araştırmalardan yola çıkarak oluşturulmuş, gayet faydalı bir kılavuzu aşağıdaki kaynaktan edinebilirsiniz.

Kaynak : https://evrimagaci.org/cocuklara-cinsellikten-nasil-bahsedilmeli-farkli-yaslar-icin-kilavuz-5342

Ancak tabiki de bu kaynak düzgün bir ebeveyn için yeterli olmamalıdır. Anne ya da baba, çocuğuna cinsellikten bahsetmeden önce kendisi ne olduğunu anlamalı, ve bunun için dinsel ya da başka herhangi bir dogmatik kaynaktan uzak, bilimsel araştırmalar çerçevesinde oluşturulmuş kaynakları kullanmalıdır.

Türkiye, her ne kadar kurumsal anlamda cinsel eğitim konusunda başarısız olsa da, bu konuda ne kadar dikkatli olunması gerektiğini fark eden ve vurgulayan başarılı medyatik yüzlere, bilim insanlarına, öğretmenlere sahiptir. Bu insanlardan biri olarak gördüğüm Okan Bayülgen, geçmişte yaptığı bir programda Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Op. Dr. Gökçen Erdoğan’a bu konuların biraz olsun televizyonda konuşulması için bir fırsat veriyor. Gerçekleşen sohbet, cinsel eğitim eksikliği durumunda ne gibi sorunlarla karşı karşıya olacağımızın somut bir göstergesi aslında.

 

Cinsel birleşme sırasında yaşanan sorunları istila eden tabular, bahsettiğim “normal” den “aykırı” ya doğru giden tabular listesinin en başında yer almakta. Erkek egemen toplumlarda kaçınılmaz bir son olarak cinsel birleşmenin başarısı da, başarısızlığı da büyük ölçüde erkeğe yükleniyor. Hatta ve hatta çoğu insan “erkekliğini”, “adamlığını” cinsel ilişki sırasında erekte kalma süresiyle doğru orantılı olarak tanımlıyor. Bunun sonucunda da, aslında yüzde 80’ lik bir sorun yaşama oranı varken, insanlarla bunu konuşmaya kalktığınızda, bu oran neredeyse yüzde 0 olarak görülüyor. İnsanlar toplumsal baskıdan kaçma yolu olarak sorunlarını bahsetmeme yöntemini kullanıyor, dolayısıyla da sorunlar hiçbir zaman tam anlamıyla çözülemiyor. Ve toplum olarak mutsuzluğumuzun temelinde yatan sorunlardan belki de en büyüğünü, bu durum oluşturuyor.

 

Kadınlarda da durum farklı sayılmaz. Erken yaşlardan itibaren cinsel organlarının varlığını neredeyse bir suç olarak görme ve cinselliğini yaşamayı da yasak olarak tanımlama zorunluluğunda tutulan kadınlar, yetişkinliğe ulaştıklarında cinsel isteksizlik, orgazm olamama ve vajinismus gibi sorunlarla boğuşmak zorunda kalıyor.

Tüm bu sorunların çözümünde uzmanlardan yardım almanın yanında, kendi zihinlerimizi de kullanmaya ihtiyacımız var. Erkeklerin, cinsel organlarının demirden bir parça olmadığını, penisin de böbrek,dalak,karaciğer gibi hayatlarının belli dönemlerinde sorun yaşama olasılığı olan bir organ olduğunu farkında olması ve kabullenmesi gerekiyor. Örneğin erekte olamama ya da ereksiyon kaybı yaşama durumunun kışın grip olmak kadar doğal bir fizyolojik aksaklık olması, kulağa oldukça doğal gelen bir durum olmalı. Benzer şekilde kadınların da cinsel ilişkinin sadece partnerini tatmin etmekten ibaret olmadığını fark etmeleri gerekiyor. Örneğin heteroseksüel bir ilişkide erkeğin orgazm olması ihtiyacı kadar kadının kendisinin de orgazm olma ihtiyacı vardır ancak buna rağmen çoğu kişi tarafından sadece erkeğin orgazm olması doğal kabul edilir. (Dünya genelinde kadınların erkeklere kıyasla orgazm olma oranının gözle görülür bir oranda düşük olduğu yapılan araştırmalarla ortaya konmuştur, ama bu oran farkının sadece ve sadece fizyolojik farklılıklardan doğmadığı da bir gerçektir. Cinsellikte kadına ve erkeğe eşit derecede yaklaşılmaması da büyük ölçüde etkilidir.)  

Tabu listemizde başı çeken diğer bir konuyla yazıya devam edelim. Bu sayede “istisnai” olarak tanımlanan çoğu şeyin aslında pek de öyle olmadığını kavramış olacağız.

 

CİNSEL BİRLEŞMENİN SÜRESİ NE KADAR ?

Az önce bahsettiğimiz yanlış ya da eksik cinsel eğitimin doğal bir sonucu olarak, çocuklar cinselliği ve tüm bileşenlerini birbirlerinin anlattıklarından ve porno filmlerden öğrenirler. 1 saat süren ve tüm olayın bir bilgisayar programı gibi muntazam bir şekilde gerçekleştiği bu filmler, ergen yaştaki izleyicilerin arkadaşlarının prematür ejakülasyon (erken boşalma) esprileriyle ve hayali cinsel tecrübeleriyle birleştiğinde, bu insanlar cinsel birleşmeyi saatlerce süren bir aktivite zannederler. (burada cinsel birleşme süresinden kasıt penisin vajinaya girişi ile ejakülasyonun gerçekleşmesi arasındaki zaman dilimidir.) Bu “zannedenler” kervanında muhtemelen siz okuyucular da dahilsiniz, ben de kısa bir zaman öncesine kadar dahildim. Ancak gerçek durum, bizleri ciddi anlamda şaşırtacaktır.

Yapılan kapsamlı bir araştırmaya göre, bahsettiğimiz süre ortalama olarak 5,4 dakikadır. Dolayısıyla bu süreye yakın bir sürede ejakülasyon yaşayan erkeklerin, kendinde fizyolojik bir hata olduğunu düşünüp psikolojik sorunlarla boğuşması oldukça mantıksızdır. Ancak hatırlatmalıyım ki, 5,4 olarak ölçülen süre ortanca değerdir. Tüm denekler içerisinde bahsettiğimiz süre 55 saniye ile 44.1 dakika arasında ölçülmüş.

Araştırma sonuçlarına baktığımızda dikkat çeken bir diğer durum ise toplam 5 katılımcı ülke arasında (Hollanda,Birleşik Krallık,İspanya,ABD ve Türkiye.) 5,4 dakikadan kayda değer şekilde uzaklaşan tek ülke Türkiye, 3,7 dakikayla. Bahsettiğim araştırmanın orijinaline aşağıdan ulaşabilirsiniz.

Araştırma Kaynağı : https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/16422843

Tabular arasında en çok yer alan birkaç durumdan bahsettiğimize göre, listemize “aykırı olanlar” ile devam edebiliriz. Yukarıdaki duruma benzer olarak, yazının devamını okuyarak “aykırı” olarak  tanımlanan çoğu şeyin aslında pek de öyle olmadığını anlamış olacağız.

 

CİNSEL FANTEZİLER : YALNIZ DEĞİLSİNİZ !

Cinselliğin oldukça doğal bir bileşeni olan fanteziler, neredeyse tüm insanlar tarafından düşünülmesine rağmen bazıları bu düşüncelere sadece kendinin ya da “sapkın” bir azınlığın sahip olduğunu zannederek psikolojik bunalıma kadar varan rahatsızlıklar yaşarlar. Özellikle dini duyguları kuvvetli olan insanlar, bu tarz düşünceleri yasak,günah,ayıp olarak gördükleri için, bu düşüncelerinin beyinlerinde var olmasından dolayı kendilerine bir nefret duygusu geliştirirler ve maalesef bu durum, doğanın kendini gerçekleştirme zorunluluğunun bir sonucu olarak, cinsel dürtülerin hiç hoş olmayan yollarla (taciz,tecavüz gibi) açığa çıkmasıyla sonuçlanabilir. Dünyada ve ülkemizde dini misyona sahip olan cemaat,tarikat ve çeşitli kilise oluşumları gibi ortamlarda cinsel tacizlere bu denli yüksek rastlanması, az önce anlattığım durumun en gözle görülür örneklerinden biridir.  

Journal of Sexual Medicine dergisinde yayınlanan, Kanada’da yapılan bir araştırmaya göre, erkekler arasında “eşcinsel ilişkiye girmek” fantezisinin yüzde 20.6, “birini sekse zorlamak” fantezisinin yüzde 22 oranında görülmesi, toplumda herhangi bir erkek açıkça ifade ettiğinde linç yemesine sebep olacak bazı düşüncelerin, aslında sandığımızdan çok daha yaygın olduğunun bir göstergesidir. Örneğin “birini sekse zorlamak” düşüncesini ahlaki açıdan kabul edilemez olarak nitelendirmeniz, bilinçaltınızda bu gibi fantezilerin var olmasını engelleyemez. Bu düşüncenin beyninizde var olmasını engellemek sizin kontrolünüzde olmasa da, bunu eyleme dökmemek sizin elinizdedir ve emin olun, tecavüz oranlarının en yüksek olduğu toplumlarla en düşük olduğu toplumların bireylerinin beyinleri arasındaki fark, bu düşüncelere sahip olup olmamaları değil, bu düşünceleri hangi miktarda bir rahatlıkla ifade ettikleridir ya da bu düşünceleri ahlaki yollarla törpüleme şansına,ortamına sahip olup olmamalarıdır. Örneğin eşcinselliğin ayıplanmadığı bir toplumda herhangi bir birey “eşcinsel ilişkiye girme” fantezisini bu fanteziye sahip olan başka bir hemcinsiyle birlikte olarak giderebilecekken, aynı bireyin eşcinselliğin ayıplandığı ya da yasaklandığı bir ortamda ahlaki yollarla bu fanteziyi giderme şansı olamayacağından, bunu hemcinsine tecavüz gibi hiç istemediğimiz bir yolla sonuçlandırma ihtimali kayda değer bir ölçüde artmış olacaktır.  

ÖNEMLİ NOT : Yukarıda bahsi geçen eşcinsellik fantezisi örneği, normal koşullarda heteroseksüel bir ilişki yaşayan birisi için verilmiştir. Cinsel yönelimi eşcinsellik olan bir insan için de “heteroseksüel ilişki yaşama” fantezisi örneği verilebilirdi. Ayrıca verilen 2 örnek ahlaki açıdan asla aynı kefeye konamaz, bu iki örneği vermemin sebebi ikisinin de toplum tarafından “az bulunan” kategorisinde düşünülmesidir.

Cinsel fanteziler için daha fazla bulguya erişmek ve söylediklerimin inandırıcılığını sorgulamak istiyorsanız, benim de başvurduğum aşağıdaki kaynağa ve o kaynak içerisinde yer alan diğer kaynaklara başvurabilirsiniz.

Kaynak : https://evrimagaci.org/cinsel-fantezilerin-bilimi-hangileri-en-populer-2985#at_pco=tst-1.0&at_si=5c4d82bccd80bf26&at_ab=per-2&at_pos=0&at_tot=2

NOT : Düşünsel katkılarından dolayı Pınar Sezgin’e teşekkür ederim.

Leave a Reply