20140919_102340

Beşiktaş Integral Forex takımı yeni sezon hazırlıkları öncesi Prof. Dr. Rüştü Yüce Turnuvası’na katılmak üzere Ankara’ya geldiğinde bu fırsatı kaçırmak istemedik ve Beşiktaş Basketbol Şubesi Genel Direktörü Yiğiter Uluğ ile temasa geçerek bir röportaj yapma fırsatı elde ettik. Sabah idmanı öncesi bize değerli zamanını ayıran Uluğ ile hem Beşiktaş Basketbolu hem de Avrupa ve NBA basketbolu üzerine uzun uzun kouşma fırsatı elde ettik.

Kamp döneminden başlayalım. Ağustos’un 11’inde sezonu açtınız ve bir ayı geçkin süredir hazırlıklarınızı sürdürüyorsunuz. Bu süre zarfını nasıl değerlendiriyorsunuz?

– Bütün takımlarda birçok değişiklikler oldu ama bizim takımımızda 8 tane yeni transfer var. Yani geçen seneki omurganın çok dışına çıktık. Aslında niyetimiz çok fazla transfer yapmak değildi. Köşetaşı diyebileceğimiz bazı oyuncuları korumak önceliğimizdi. Ancak transfer dönemi şartları bizim heseplarımız dışında gelişti ve biraz fazla sayıda transfer yapmak durumunda kaldık. Öyle olduğu için de diğer takımlara nazaran biraz daha erken açmak istedik sezonu. Broekhoff dışındaki yabancı oyuncularımız erken geldi. Özellikle yabancı ve yerli oyuncuların iyi kaynaşmasını ve yabancıların birbirini tanıyıp, İstanbul ortamına alışmasını istedik. Bu konuda da şimdiye kadar amacımıza ulaştığımızı düşünüyorum. 

 

Takımın havası iyi ve bu süreçte iyi bir kimya oluşturduk. Her ne kadar basketbol olarak birbirlerini tanımasalar da basketbol dışında kalan zamanlarda birbirleri ile vakit geçirerek arkadaşlık bağı kurdular. Basketbol olarak yaşadığımız sıkıntı ise; Milli Takımlar’da bulunan iki oyuncumuz Kerem Tunçeri ve Ryan Broekhoff’un katılımı bir hayli geç oldu ve bu sürede bazı pozisyonlarda ufak tefek sakatıklar yaşadığımız içn bir türlü tam kadro olamadık. Herkes aynı anda sahada olursa neyle karşılaşacağımızı, ne ortaya koyacağımızı göremedik. Şimdi Ryan ve Kerem geldi ama Chris Lofton sakatlandı. Bunlar oyunun cilveleri. Sezon içerisinde çok daha zorlu dönemeçlerde de bezeri sakatlıklarla karşılaşabiliriz ve bunlara da hep hazırlıklı olmak gerekiyor. Kısacası; geride kalan bir ayın bizim için çok verimli geçtiğini, her gün üzerine koyarak biraz daha oyunumuzu geliştirdiğimizi, takımın kimyasının güçlendiğini ve ümit verdiğini söyleyebilirim. 

Bu sezon yaptığınız oyuncu seçimlerinde bütçe haricinde dikkat ettiğiniz parametreler nelerdi?

– Şu şekilde özetleyebilirim: kısalarda Türkiye Ligi’ni basketbol aklının, tecrübenin ve yaratıcılığın domine ettiğini düşünerek hamle yaptık. Ayrıca bize göre 6 yabancıya izin verilmesinin Türk oyuncuların değerinin ortadan kalktığını göstermiyor. Biz, tam tersine yine taşın altına elini koyan oyuncuların Türk oyuncular olacağını düşünüyoruz, özellikle de işler kızıştığında. Bu nedenle guard pozisyonunda sorumluluğu Türkler arasında paylaştırmayı hedefliyoruz.

 

Uzunlarda ise geçen sene boyalı bölgede atletik özellikleri kısıtlı bir takımla yer aldğımız için çok zorluk yaşamıştık. Bu sorunu tamir etmek için de yabancı oyuncularımızı genellikle atletik, enerjisi yüksek ve çemberi koruyabilen oyuncular olmasına dikkat ettik. Takımımızın en iyi iki dış şut tehdidi olarak sayılabilecek Chris Lofton ve Ryan Broekhoff’u da kadroda tutmayı başardık. Kabaca transferde uygulamaya çalıştığımız strateji bu şekilde özetlenebilir. Ancak bunun dışında bir şey daha eklemek istiyorum. Bütün oyuncularda hangi pozisyonda olursa olsun karakterine, takımın parçası olma konusundaki isteğine, kendi fedakarlık katsayısına çok dikkat ettik. Bu bakımdan da çok sağlam karakterlerden oluşan bir takım kurduğumuzu düşünüyorum. Bunun da bize takım kimyası olarak geri dönüşünün son derece pozitif olacağına inanıyorum. 

NCAA’den kadronuza kattığınız iki oyuncu var; Patrick Miller ve Tyler Stone. Bu tarz seçimler riskli olabiliyor ve oyuncular zaman zaman uyum sorunu yaşayabiliyor. Bunun yanı sıra son yıllarda Türkiye’ye gelip parlama yapmış kısa oyuncular Corey Fischer ve Bo McCalebb’ti. Yani uzun süredir kolej kariyeri sonrası Türkiye’ye gelen kısa bir oyun kurucunun etki yaptığını söylemek güç. Bu bağlamda Patrick Miller’ın böyle bir potansiyel barındırdığını düşünüyor musunuz?

 İki çaylak oyuncumuz da küçük takımlardan geliyor ve başarıları ile bilinen okullar değil. Ancak oyunculara kişisel olarak baktığımızda istatistikleri çok yüksek olan, bulundukları takımın lideri ya da en azından skorda birinci opsiyonları olarak görülen kurtarıcı rolündeki oyuncular. Tabii orada tek adam olmaya yani bütün topları kullanmaya zaman zaman zorlamaya alışmışlar. Bu oyuncuların bizim buradaki takım dengelerine kısa sürede uyum sağlamaları, Avrupa Basketbolu’nun inceliklerini öğrenmeleri, geçmişte alışkın oldukları o başrolden yedek oyuncu konumuna geçme süreleri… Bular çok kolay şeyler değil. 20-22 yaşındaki bir genç için bütün bu geçişi çok kısa bir süreye sıkıştırmak çok kolay değil ve bunun farkındayız. Dolayısıyla çaylak oyuncularımıza karşı teknik kadromuzda sabırlı olacak. Onların oyun içerisinde dagalanmaları olacağını, istikrar sorunu yaşayacaklarını, bir maç iyi bir maç ortadan kaybolabileceklerini biliyoruz ve tahmin edebiliyoruz. Bunları da kendileri ile zaman zaman oturup konuşuyoruz. Çünkü bambaşka bir dünyaya adım attılar. Gerek basketbol koşulları gerekse de kültürel olarak. 

 

Kendi eyaletlerinin dışına çok az çıkmış ve büyük şehre alışkın olmayan bir oyuncu İstanbul’da bir hafta sonu Ankara’ya, bir hafta sonu Bursa’ya ve bir hafta Avrupa’da bir şehre giderek kültür şoku yaşıyor. Bu sorunları hemen halledebilmeleri kolay değil ama biz onların yeteneklerine güveniyoruz ve bunu kendilerine de birçok kez söyledik. Özgüvenlerini yitirmelerini hiç istemiyoruz. Yetenekleri ile zekalarını birleştirdikleri ölçüde uyum süreci kısalacaktır. O zaman daha isabetli kararlar vermeye başlayacaklar. Biraz bizim sabırlı olmamız lazım, biraz da onların daha dikkatli ve algılamada seçici olmaları lazım. Biz her iki oyuncudan da umutluyuz ama burada şöyle bir şey daha var. Bu iki oyuncunun en önemli şansı; kendilerinden çok daha tecrübeli, büyük sorumlulukları alabilecek ve onlara yardımcı olabilecek oyuncularla aynı pozisyonlarda görev alıyor olmaları.

 

Bugün Patrick Miller, Kerem ve Engin’den sonra üçüncü bir guard olarak oyun kurucu pozisyonunda düşünülebilir ya da Chris Lofton’ın yer almadığı zamanlarda çok delici bir 2 numara olarak da düşünülebilir. Burada saydığımız Kerem ve Engin ona göre çok tecrübeli, paylaşmayı seven, sahada ve saha dışında yardımcı olabilecek karakterli oyuncular. Dolayısıyla Patrick Miller’ın böyle bir şansı var. 

 

Diğer taraftan Tyler Stone için de Hilton Armstrong gibi JaJuan Johnson gibi NBA görmüş, üst düzey basketbolun inceliklerini bilen ve O’na antrenmanda öğretebilen, anlatabilen iki tecrübeli uzun var. Tyler’da öğrenme sürecini n kadar çabuklaştırırsa o kadar hızlı ileri gider diye düşünüyorum. 

 

Elit oyun kurucu eksikliği ile Avrupa’daki takımların guard pozisyonu için yaptığı tercihlerin giderek Amerika Pazarı’na kaydığını görüyoruz. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

– Eski ve herkesin bildiği bir laf vardır. ” Her takım guard’ı kadar ileri gider. ” veya ” Her takım guard’ı kadar konuşur. ” Bu benim zaman zaman hak verdiğim, gerçekten içinde doğruluk payı yüksek bir söylemdir. Ancak basketbolda da tek bir doğru yok. Bu formülün dışına çıkarak çözümler üretebilen ve başarılı olabilen antrenörler ve takımlar da mevcut. Hatta bazen bu formüle saplanıp kalanların, benim dominant bir guard’ım var, ben oyunu onun üzerine kuracağım ve onun beni götürdüğü yere gideceğim diye yola çıkanların mesela Teodosic – CSKA örneğinde olduğu gibi hüsrana uğradığını da görüyoruz. O yüzden bugünün basketbolunda bence bütün ağırlığı bir pozisyon üzerine yıkmak, oyunun sıkıştığı anlarda bütün çözümleri ondan beklemek çok doğru gelmiyor bana.

 

Günümüzde çoğu takım ikili oyun ağırlıklı, ikili oyun oynamayı en çabuk ve en keskin şekilde becerebilen oyunculara gidiyor ağırlıklı olarak. NBA takımlarının öne çıkardığı atletik özellikleri bir kenara bırakırsak Avrupa Basketbolu’nun atletik özellikte bire bir yenemediğini o zaman ikiye iki veya üçe üçe çekmek gibi formüller üretiliyor. Bu bakımdan yıldız guard’lardan hala söz etmek mümkün. Spanoulis’lerden, Türkiye dinamikleri içerisinde Arroyo’lardan söz etmek mümkün ama bunun dışında bu tarz oyuncuların listesini uzatmak bana mümkün gelmiyor ve bunun dışında çözümler üretebilen, başarıya ulaşan coach’lar da var.

 

Buradan yola çıkarak Avrupa Basketbolu’nun bu kadar Pick and Roll oyunları üzerine evrilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

– Sürekli bir pick and roll üzerinden çözüm üretmek niyetini ve anlayışını sıkıcı buluyorum. Herkes aynı şeyi oynamaya çalışıyor ve bunun dışındaki opsiyonlara belki de basketbolu geliştirecek yeniliklere çok şans tanınmıyor gibi geliyor bana. Çünkü herkes orada bir maden buldu ve tepe pick and roll’ünden bir şeyler üretiyor. Bu da maalesef oyunun %60-70’i oldu. Bu kadar tekdüze ve monoton bir oyun benimsemek seyirciyi sıkabilir diye düşünüyorum ve ben kendi adıma artık sıkılmaya başladım diyebilirim.

Geçtiğimiz sezonki Euroleague özelinde Maccabi Tel Aviv ve Olimpia Milano bu çehreyi biraz değiştirdi diyebilir miyiz?

– Maccabi temposuyla genellikle farklı olmaya çalışan bir takım ve bunun neticesinde de bence Maccabi için bir ödül olmasa da takımın başındaki coach David Blatt için önemli sayılabilecek bir ödül. Bir NBA takımına transfer oldu. Yani farklı arayışlarda olanların, farklı şeyler ortaya koymaya çalışanların bir şekilde dikkat çektiğini görüyoruz. Ancak Maccabi’nin şampiyonluğu herkes için beklenmedik bir şeydi. Avrupa basketbolu’nun izleyen insanların çok büyük bir çoğunluğu şaşırmıştır diye düşünüyorum ve bunu onlar başka bir şey oynadı diğerleri pick and roll ağırlıklı oynuyorlar diye de açıklamak istemiyorum. Bu bir turnuva şansıdır. Final Four’da şansı yaver giden, o gün en iyi gününde olan takım Maccabi’ydi. Neticede onların basketbolu kazanmış oldu. Ancak en azından bu farklı olma, farklı bir şey ortaya koyma tercihine saygı duymak gerekiyor ve şampiyon olmasalar dahi benim gözümde alkışı hak ettiklerini söyleyebilirim.

Ryan Broekhoff geçtiğimiz sezonki performansı ile taraftarın sevgisini kazanmış bir oyuncu ve kendisine biçilen rol çerçevesinde Avustralya ile iyi bir Dünya Kupası geçirdi. Ryan ile ilgili ileriye dönük bir planınız var mı?

– Erman Kunter döneminde yapılan en önemli işlerden bir tanesi Ryan Broekhoff ile iki senelik sözleşme yapılması ki o zaman kendini henüz Avrupa’da ispat etmemiş, tecrübesiz ve yine küçük bir okuldan gelen çaylak oyuncu konumundaydı. Aslında Beşiktaş’ın geçen seneki istatistiklerine bakan ortalama bir basketbolsever ”Ryan Broekhoff ne yapmış ki? Neden Beşiktaş taraftarı onu bu kadar çok seviyor?” diyebilir. Gerçekten de istatistiklere bakıldığı zaman Broekhoff, Dünya Şampiyonası’nda olduğu gibi yüzdeli üçlük kullanmadı, skorerimiz olmadı veya pek çok maçta ortada görünmedi şeklinde söylemde bulunacak insanları da görebiriz. Ancak esas farkı burada yaratan bir oyuncu. İstatistiklere yansımayan ve görünmeyen işleri çok iyi yapan bir oyuncu. En basit örnekle Türk Telekom maçı. Maçın en değerli ribaundunu aldı. Hücum ribaunduydu ve rakibin son umudunu kıran top oldu. Bunu özel olarak takip ettğini, özel olarak kazandığını biliyorum. Bu anlar için yaşayan bir oyuncu. Tek top çalmak için, rakibin atacağı rahat bir şutu bozmak için ya da bir hücum ribaundu almak için yaşıyor ve bu nedenle onun 6-7 sayıyla çıktığı bir maçta bile bize müthiş katkısı oluyor. İki pozisyonu da oynayabilmesi büyük bir artı ve kendini geliştirmeye çok açık bir oyuncu. 

 

Antrenörlerini dinliyor olması ve kendisine eksikleriyle ilgili bir eleştiriyle gittiğiniz zaman sizi sünger gibi emerek dinliyor. Geçen sene ilk senesiydi ve dezavantajları da mevcuttu. İyi bir durumda ve özgüveni artarak geldi. Kısacası; bu sene Ryan Broekhoff’un daha da iyi olmasını bekliyoruz. Ancak daha iyi olunca da ortaya hem bir artı hem de bir eksi durum çıkıyor. Artı yönden tabii ki bize katkısı çok iyi olacaktır ancak çok iyi oynarsa da onu burada tutmanın zorlaşmaya başlayacağını ve alacağı tekliflerin her geçen gün artacağını tahmin edebiliyoruz. Fakat bir orta yol bulup, sezon içerisinde çok fazla geç kalmadan Ryan Broekhoff’un kontratını uzatmak istiyoruz. 

yu

Yurtdışıdanki kulüplerin yapısına en hakim basketbol adamlarından birisiniz ve şu an sadece Beşiktaş özelinde değil, kulüplerimiz açısından en önemli olumlu ve olumsuz farklılıklar neler?

Türkiye’de basketbol ekonomisi giderek büyüyor. Son 20 yıla baktığımızda gerçekten çok önemli bir mesafe kat ettiğimizi söyleyebiliriz. Türkiye Ligi’nin Avrupa’nın en değerli ve merakla izlenen liglerinden biri olduğunu söylemek gerekir. Bunu sadece yurt içinde medyada kapladığı yer ya da seyirci sayısı gibi faktörlerden yola çıkarak söylemiyorum. Yurt dışındaki insanların da Türkiye Ligi’ne belli bir bakışı oluştu. Burada oynanan oyunu merak ediyorlar, burada oynayan oyuncuları istatistikleriyle takip etmeye çalışıyorlar. Bu da Türkiye Ligi’nin dışarıda belirli bir saygınlık seviyesine eriştiğini gösteriyor. 

 

Sahadaki oyun kısmında böyle ama saha dışındaki organizasyon bakımından maalesef kalitesi bizden daha aşağıda olan liglerle bile boy ölçüşemiyoruz. Ligimizin daha iyi salonlarda, dolu tribünler önünde oynanması lazım. Seyircinin geldiği zaman basketbolun dışındaki etkinliklerden de keyif alarak, onların da tadına vararak salonlardan ayrılması gerekiyor. Böylece bir sonraki maça koşa koşa gelmeyi istemesi ve arzulaması lazım. Örneğin; Litvanya, Fransa ve Almanya Ligi’nde saha dışı organizasyonların bize göre çok daha başarılı olduğunu, bize göre çok daha verimli sonuçlar ortaya çıkarabildiğini görüyoruz. Ancak biz bu konuda henüz emekle çağındayız çünkü burada iki tane farklı faktörden söz edebiliriz. Birincisi; Türkiye’de spor kültürü ne yazık ki eğlenme üzerine değil. İnsanlar biraz da tarih öncesi dönemlerden kalma Gladyatör Dövüşü’ne gider gibi davranıyorlar. Kısacası hep kazanan tarafta olmak istiyorlar ve kazanamadıkları zaman da karalar bağlıyorlar. Oyunla ilgili tüm keyiflerini ya da o eğlence atmosferini yitiriyorlar. Bu nedenle Türkiye’de basketbol tıpkı voleybol ve futbolda olduğu gibi aile ile gidilen sinema veya konser tarzında bir etkinlik olarak algılanmıyor. İşin içinde hep bir şiddet, vur-kır-parçala durumu var. Bu durum kulüplerin organizasyon oluşturmasını zorlaştıran bir faktör.

 

Diğer yandan da bizim kulüplerimiz organizasyon dendiğinde öncelikle hatta bazılarında sadece takım kurma olarak algıladığını görüyoruz. Kağıt üstüne bir takım kadrosu yazmayı, organizasyonun bundan ibaret gibi görmesi ve daha sonrasında da o takımı sezon içerisinde geliştirecek, diri tutacak yan organizasyonları fazla önemsememeleri, mali disiplinin zaman zaman dışına çıkmaları ve borçlar oluşturmaları tarzında bu tip şeyler Türkiye Ligi’nin değerinin altında kalmasına yol açıyor.


Siz oyuncu gözlemciliği de yaptınız ve bu branşın yıllar içinde gelişimi nasıl oldu, neler değişti ve gelecekte de neler değişecek?

 

Öncelikle teknoloji bu konuda müthiş bir yardım sunuyor. Oyuncuları gözlemek, iyi takip etmek, onları arşivlemek ve bu sürecin sonunda onları olabildiğince doğru seçmek isteyenlere bugün teknoloji üst düzey imkanlar sunuyor. Örneğin; eskiden Litvanya Ligi’nde oynayan bir oyuncunun görüntülerini bulmak deveye hendek atlatmaktan daha zordu. Oralardan arkadaş bulacaksınız, onun kontakları ile bir şeylere ulaşacaksınız, o size gönderecek, CD-DVD olacak ki CD-DVD öncesindeki devirler daha da korkunçtu. Bugün Dünya’nın basketbol oynanan herhangi bir liginde görüntülerine ulaşamayacağınız, bir tam maçını izleyemeyeceğiniz pek bir oyuncu yok. Yine bazı coğrafyalar için zordur mesela Kazakistan Ligi’nden bir oyuncuya talip olabilirsiniz ya da merak edebilirsiniz ve ona ulaşmak zor olabilir ama öyle ya da böyle mutlaka bir şeyler bulabilirsiniz. Artık cebimize kadar giren görüntülü iletişimin bence oyuncu izleme konusunda herkese çok yardımcı olduğunu düşünüyorum.

 

Tabii burada o teknolojiyi nasıl kullandığınız, izleme işine ne kadar önem verdiğiniz, ne kadar arşiv yaptığınız, tercihlerinizde oyuncuyu izledikten sonra hangi kıstaslara dikkat ettiğiniz önemli. Çünkü artık herkes aşağı yukarı benzer imkanlara sahip. Herkesin elinde yüksek teknolojinin sunmuş olduğu o tarz cihazlar var. Ancak nasıl kullanacağını bilen insanlar farkı yaratacaktır.


Hem Avrupa hem de ABD basketbolu’nun içinde bulunan ender insanlardan biri olarak ikisi arasındaki yaklaşım farkları neler?

 

Bu soruyla birlikte az önceki yol ayrımına geliyoruz tekrar. Amerika’da spor kütürü, yaşamın çok önemli parçalarından biri konumunda ama insanlar rekabetin, o takım tutma duygusu içerisinde eğleniyorlar. Eğlenmek, her şeyden önce geliyor onlar için. O yüzden tuttuğu takım 30 maçtır üst üste kaybediyor olsa da desteğini sürdüren ve bundan ötürü karalar bağlamayan taraftarlara da rastlayabiliyorsunuz. Bunun yanı sıra Avrupa’da hiç olmadığı şekilde herkes kendi biletini kendi alıyor ve dolayısıyla karma karışık oturulabiliyor. İki farklı takımın taraftarları yan yana düşmüş olabiliyor ve her ikisi de kendi takımlarını desteklerken herhangi bir kavga çıkmadan maç sona eriyor.

 

Amerika’da şov dünyasının bir parçası olan basketbolun yumuşak bir atmosferde oynandığını ama yine de ülkeye özgü iş ahlakı kat sayısının yüksek olması nedeniyle sahaya çıkan oyuncunun maksimumunu verebildiğini ve bir yıldız olmak için maksimum fedakarlık yaptığını görmek mümkün. Yani orası bir eğlence dünyası, her şey yalan şeklinde değil. Öyle bir şey yok. Bu söylem zaman zaman Türkiye’de ve Avrupa’da taraftar topladı ve oradaki oyuncular kendi istatistiklerini geliştirmek için oynuyor şeklinde küçümsemeye çalışan çok basketbolsever oldu ama en son Dünya Şampiyonası’nda NBA’den çıkacak herhangi bir takım, A,B,C takımı demiyorum, herhalde bu gelen takım D takımı olsa gerek atletik kapasite olarak, tempo olarak Dünya’nın belki de 25 yıl önünde. Kısacası; Avrupa Basketbolu’nun yaratıcı, yıldız oyuncu ile birlikte atletik kabiliyetleri yukarı çekme konusunda ileri gitmesi gerekiyor. Belki atletik özellikler doğa vergisi diyebilirsiniz, o zaman tempoyu yukarı çekme adına gidilecek çok yol olduğunu düşünüyorum.

 

Avrupa’da rekabet Amerika’ya göre çok daha keskin. Bir Real Madrid – Barcelona oynarken yer yerinden oynuyor. Bu işin içine şiddet de girebiliyor zaman zaman ve oyun sertleşiyor. Fakat bunların sahada oynanan basketbola bir güzellik getirdiğini söylemek zor. Genellikle kaybetme korkusu takımları biraz daha aşağı çekiyor. Belki Avrupa Basketbolu’nun içinde yardımlaşma, daha fazla taktikler, detaylar ve daha fazla akılla çare üretme var. Bunlar da bana çok sıcak gelen, Avrupa Basketbolu’nu sevdiren şeyler. Ancak Amerikan Basketbolu içerisinde çok spektaküler hareketler görmek ve oyundan zevk almak benim ilgimi daha çok çekiyor.

 

Ayrıca Avrupa’da coach’ların egosu çok fazla. Yıldız oyuncular olduğu gibi yıldız coach’larında varlığından söz edebiliriz. NBA’de de yıldız coach’lar var elbette hatta medya tarafından yarı tanrı katına dahi çıkartılabiliyorlar ancak Avrupa’da bir maç oynanırken saha kenarında iki tane adam var ve sahanın içerisindekiler onların satranç tahtasındaki oyuncuları gibi. Biraz komutana benzetiyorum Avrupa’daki coach’ları. Kare kare her anı kurgulamak ve her anı kontrol altında tutmak istiyorlar. Bence bu biraz oyunun gelişimini ve yaratıcılık bölümünü kısıtlıyor.

 

Amerika’da da sahayı oyuncunun yaratıcılığına bırakmak ama onun egosunu da mümkün mertebe oyuna daha fazla katkı yapabileceği şekilde yoğurmaktan geçiyor. Phil Jackson örneğinde olduğu gibi bunu yapabilen, farklı egoları bir araya getirebilen ve bunun çarpışmasından doğan enerjiyi takım için en iyi şekilde yöneten coach’lar da efsane katına yükseliyor.


Beşiktaş takımı set offense yoğunluğu fazla olan bir takım değil ve oyuncuların bireysel özelliklerini ön plana çıkararak, oyuncuların çözüm üretmesini isteyen bir yapıda gözüktü geçen sezon. Bu sezon için de benzer bir oyun felsefesinden söz edebilir miyiz?

 

– Oyuncu tercihleri öncelikli olarak coach’lar tarafından yapılır. Yani benim olduğum pozisyonda koçun tercih ettiği oyuncuyu mümkünse takıma bağlamak için yapılan bürokratik işler diye özetlenebilir. Transfer ettiğimiz tüm oyuncular Ahmet Kandemir’in tercih ettiği isimlerdi ama zaman zaman başka önerilerle geldiğimiz anlar da oldu. Kimi zaman 4 oyuncu arasından eleyerek 2 oyuncu arasına düştük ama genel yapı itibariyle Ahmet Kandemir kendi oyun sistemine uyan oyuncuları tercih etti. Mesela JaJuan’ı transfer ederken teknik kadro Pistoia’daki maçlarını defalarca izledi ve senin de özetlemiş olduğun gibi biraz daha oyuncuya insiyatif veren, ona serbest alan tanıyan hücum sistemimiz içerisinde verimli olabileceğini düşündük.

 

Bu açıdan bakarsak biz topu tek oyuncunun eline teslim eden ve koçun talimatlarıyla onun bire bir uyguladığı bir hücum düzeninden ziyade daha fazla topu paylaşan ve her oyuncunun duruma göre farklı yerlerde, farklı zamanlarda sorumluluk alabilen daha esnek ya da liberal diyelim bu tarz bir hücum yapısını tercih edeceğiz. Mesela hep aynı oyuncumuzun skorer olacağını zannetmiyorum. Her maçta farklı isimler öne çıkabilir. Yani coach’un esnek bir yapı tercih etmesi ve sahadaki oyuncuların bu esneklikten maksimum seviyede istifade etmesinden gelen bir zenginlik var. Top kullanma sayılarında da zaman zaman değişiklikler olduğunu yani en çok dış şut kullananın Chris Lofton olmadığı bir maç gelecektir. Yani geçen seneki düzenimizin bir devamı olacak diyebilirim.

 

Kadın basketbolu’nda da önemli hamleler yapıyorsunuz bunun son halkası olarak da Meltem Avcı’yı gördük. Galatasaray ve Fenerbahçe’nin dominasyonunda giden bir lig var yıllardır. Bu yıl ve önümüzdeki yıllar adına Beşiktaş’ın buradaki hedefi ne olacak?

 

Biz bugünden yarına hızlı yapılacak bir hamle ile Fenerbahçe ve Galatasaray gibi bu branşa büyük paralar harcayan, önemli yatırımlar yapan iki ezeli rakibimizin arasına girebilmemiz kolay değil. Bunun için bizim de çok önemli bir para kaynağımız olup, onlarla transfer yarışına girişmemiz gerekiyor. Kaldı ki bizim şu an için böyle bir kaynağımız ve niyetimiz yok. Bu işi parayla ve kısa vadede değil, biraz daha zamana yayarak ve uzun vadeli bir planla, emek sarf ederek akılla yapmak istiyoruz.

 

Olaya şu şekilde baktık; 96-97 doğumlularda bizim altyapımızda hali hazırda genç takımda oynayan 5 tane (96’lı 1, 97’li 4) lig seviyesine yükselebilecek, yeteneklerine inandığımız, sporcu kişiliklerine güvendiğimiz kızımız var. Ama bu oyuncuların büyük bir kısmı guard pozisyonunda toplanmış durumda ve 4’ünün birden aynı pozisyonda şans bulması ve hepsinin birden çiçek açması biraz zor gözüküyor. Burada bizim panlamayı iyi yapmamız lazım. Uzun konusunda biraz sıkıntılı gözüküyorduk ama bulunduğu kuşak içinde en yetenekli oyunculardan biri olan ve yeteneklerine herkesin şapka çıkardığı Meltem Avcı’yı Antalya’dan transfer ettik. Meltem ileride 3 ya da 4 numaralı pozisyonlardan oynayacak ve kadınlarda 3 ve 4 numaralı pozisyonlar arasındaki ayrım erkeklerde olduğu kadar net değil. Yani o iki pozisyonu oynayan çok oyuncu çıkıyor kadın basketolunda. Eğer Meltem’i çok yönlü bir oyuncu olarak yetiştirebilirsek ve elimizdeki 4 guard oyuncunun da rekabetinden (Sevgi Uzun, Zeynep Canbaz, Beril Albayrak ve İrem Kikiler) ve yine onlarla birlikte altyapıdan yetişen uzun oyuncumuz Buse’yi birbirleri ile doğru rekabete sokabilirsek Beşiktaş’ın geleceğine doğru bir temel atmış oluruz. Bunun üzerine geriye dış oyuncu transferleri kalıyor ve bunu yapmak biraz kaynak meselesi. Siz aşağıdan yetiştirdiğiniz oyuncularla belli noktalara gelirseniz ve bunu da yönetimin önüne koyarsanız o zaman dış oyuncu için biraz daha iyi kaynak ve bütçe ayrılması daha kolay olabilir. Yani Beşiktaş Kadın Basketbol takımı bu seneyi biraz daha geçiş senesi gibi yaşayacak. Hedef; geçen seneki yerden aşağıya düşmemek. Ancak gelecek için, 3 sene sonrası için çok daha fazla heyecanlı olduğumu söyleyebilirim. Keşke erkeklerde de altyapıdan bu kadar fışkıran oyunculardan bahsedebilseydik fakat ne yazık ki bu kadar şanslı değiliz.

Leave a Reply