İnsanlık tarihi boyunca sahneye ne zaman totaliter bir rejim, ayrıştıran, farklılaştıran bir sistem çıksa mutlaka bir başkaldırı ve direniş de gelmiştir peşinden. Baskılara, haksızlığa, ötekileştirilmeye dayanamayan bir grup insan “Yer altında” yeni fikirler üretmeye başlamıştır bu zamanlarda. İnsanlık tarihi ve edebiyat tarihi bu noktada çok büyük benzerlikler gösterir. Normların dışındaki bir grup yazara göre, edebiyat dünyasının; klasik eserlere, popüler kültür kitaplarına ve kalıplaşmış mutlu son hikâyelerine rağmen hep eksik kalmış bir yanı vardır, o da: “Ötekilerin Edebiyatı”dır. Şimdi, edebiyat tarihinin en özgür ve öfkeli kısmına doğru bir yolculuğa çıkıyoruz.
İnsanlığa dair her değerin edebiyatta yeri olsa da, 19. yüzyılın ortalarına kadar edebiyat genellikle aşkları, ayrılıkları, şatafatlı hayatları veya gündelik meseleleri yansıtan bir araç gibi kullanılmıştır. Bilirsiniz, toplum nezdinde ne zaman yeni bir şeylere ihtiyaç duyulsa, o zaman hayatımıza yeni kavramlar girer. Yeraltı Edebiyatı ile tanışmamız da bu vesile ile oluyor. Okuyucuya ders verme kaygısı olmadan, yalnızca büyük harflerle bağıra çağıra kendi hüzünlü ve mutsuz hikâyesini anlatmaya başlayan ‘öteki’ yazarlar da aynı, her daim sistemin karşısında duran anarşistler gibi yer altında yeni fikirler, dünyalar ve hikâyeler üretmeye başlıyorlar zaman içinde. “Yeraltı Edebiyatı” denilen edebi türün ortaya çıkması aslen bu fikre dayalı olsa da kökleri; Fransız İhtilali’nde yasaklı kitapların yerin birkaç kat altındaki gizli basım evlerinde basılıp, elden ele dağıtılmasına kadar uzanır. İlk bahsedilmeye başlandığı tarihlerde bu kavram, ana akım basın-yayın organları tarafından basılması ve dağıtılması sakıncalı olduğu için el altından basılıp halka ulaştırılan metinler ve kitaplar için kullanılmıştır. Görüldüğü gibi insanoğlu ne zaman zorda kalsa, o zaman yerin altına çekilmiş, kendisine yeni mücadele yolları aramıştır. Savaş zamanları, darbe ve baskı zamanları, yasaklı zamanlar derken bu edebi tür hayatımıza dâhil olmuş ve bizi zaman içinde başkaldırmaya sevk etmiştir. Bu bağlamda, el altından basılıp çoğaltılan, yasaklı olarak adlandırılan edebi metinler Yeraltı Edebiyatı’nın temelini oluştursa da günümüzde bu türün kapsamı genişlemiş, “karşı kültür”, “ötekilerin edebiyatı” gibi tanımlamalar için de kullanılmaya başlamıştır.
Peki, neydi bu karşı kültür?
Öfkeli olduğumuz zamanlarda veya üzgün olup acı çektiğimiz zamanlarda, hepimizin bu ağır duyguları dışa vuruş şekilleri farklıdır. Kimimiz bağırır çağırır, etraftakileri kırıp döker rahatlarız. Kimimiz hıçkıra hıçkıra ağlayarak akıtırız içimizdekileri dışarıya, bazılarımız da konuşur başkalarıyla paylaşır derdini. Yani, bir şekilde tepki veririz yaşadıklarımıza. Yeraltı yazarları içinse bunlar çok anlık ve basit tepkilerdir. Onlar bu duyguların kimse ile paylaşılamayacağını düşündüklerinden, hayata sayfalarca söverek akıtmışlardır içlerindeki birikintileri. Kısacası bu tür; acı çekmekten, artık acıya tepki gösteremeyenlerin kalemi kâğıda vuruş şeklidir.
[pullquote_left]Yeraltı Edebiyatı ağlayamayanların edebiyatıdır.[/pullquote_left]
Bu tarz, özellikle 18. yüzyılın sonlarına doğru, “Gotik Edebiyatı” içerisinde; kötülük ve korku kavramlarını bolca bulunduran bir türün ortaya çıkmasıyla beslenmiştir. Gotik Edebiyatı’nın kökleri ilk insanın içindeki engellenemez kötülük dürtüsüne kadar dayansa da, edebiyatçıların iyi-kötü çatışmasındaki “kötü”yü irdelemeye başlamaları 18. yüzyılı bulmuştur. Hatta bu akımın yazarları yalnızca kötüyü irdelemekle kalmamışlar. Onlar için bildiğimiz çok klişe zıtlıklardaki (iyi-kötü, güzel-çirkin, zengin-fakir) olumsuz gördüğümüz sıfatlar acınacak durumlar değil, aslında yeni yaşam tarzlarıdır. Louis-Ferdinand Céline’nin Yeraltı Edebiyatı’nın temeline dair çok anlamlı ve açıklayıcı bir sözü vardır:
“Değer taşıyan tek bir hikâye vardır, o da bedelini sizin ödediğinizdir.”
Bedel ödemiş, dışlanmış, ötekileştirilmiş insanların hayat hikâyeleri üzerinden dünyaya küfürler savuran bu özgürlükçü akımın gelişmesi, çok bariz bir şekilde kapitalizmin ortaya çıkması ve yayılmasıyla paralellik gösterir. Yeraltı yazarları, şehirdeki ışıklı AVM’lerden ziyade kapitalist sistemin dışında kalmış ve şehrin karanlık sokaklarında büyümeye mahkûm bırakılmış çocukların hikâyelerini anlatırlar. Aslında, burada bahsettiğimiz kapitalizm kavramı sosyalizm-kapitalizm arasındaki sistematik farklılıklardan doğan bir çekişmeden ziyade, bu siyasi kavramları hayatın en basit ve en gerçek hallerine indirgediğimizde ortaya çıkan trajediden ibarettir. Bakkaldan yürüttükleri ekmeği 6-7 parçaya bölüp yemek zorunda kalan sokak çocuklarının, ne sisteme ayak uydurmaları ne de kurallar dâhilinde yaşamaları beklenilebilir. Benzer şekilde, cinsel tercihlerinden dolayı toplum dışına itilmiş, mevcut sistemde iş bulamadığı için ‘seks işçiliği’ne zorlanmış bireylerin hikâyeleri de yeraltına dâhil edilmiştir. Başka bir deyişle her türlü ötekileştirmeye karşı ‘Hayır, ben öteki değilim!’ demek yerine, ‘Evet, bizler sizin gibi değiliz ve halimizden memnunuz.’ diye bağıran satırların isyankâr sövüşüdür bu tarzın özeti. Bu şekilde anlatıldığında içinde yalnızca siyahı barındırıyormuş gibi görülse de, Yeraltı Edebiyatı’nın satırlarında karşımıza siyahın soğurmuş olduğu binlerce renk çıkar. Seksin, uyuşturucunun, alkolün, küfrün ve en önemlisi kaybeden olmanın insanlarda yarattığı izleri, bizlerin sıcak ve güvenli evlerine taşıyan bir köprü görevi gören bu tarz, özellikle bizlere etrafında olmaktan çekindiğimiz insanların gözünden dünyayı anlattığı için çok değerlidir.
Günümüzde hâlâ çok büyük bir sıçrayış yapıp popüler türlerin arasına girememiş olsa bile, okuyucu kitlesi ve yazarları için bu romanların fazla göz önünde olmaması başlı başına bir başarıdır. Hikâyelerini anlatırlarken kahramanlar yerine “Anti-kahraman”lar kullanan yeraltı yazarları, söyleyeceklerini uzatmadan ve süslemeden söylemeyi tercih ederler. “Ayrıntı Yayınları” tarafından basılmış birçok örneği olan bu tarz; içinde bulunduğumuz trajediyi görmemiz ve hemen arka mahallemizde yaşayan, onları ittiğimiz kötülükte kaybolmaya mahkûm insanları anlamaya başlamamız açısından oldukça önemlidir. Özellikle Türkiye gibi içinde birçok dram barındırıp aynı zamanda hiç oralı da olmayan bir ülkede, biz yanı başımızdakilerin acısını görüp paylaşamıyorsak, onların öykülerini bize anlatacak bu satırlara çok daha fazla ihtiyacımız var demektir.
13 yaşındaki bir çocuğun tecavüze uğramasına ‘Kendi rızası vardı.’ tepkisi verebilen bir ülkede, kitap çevirisi yapan veya kitabı sakıncalı bulunan yazarlar suçlanıp tutuklanabiliyorsa çoktan Yeraltı Edebiyatı’nın ilgi alanları dâhiline girmişiz demektir bu. Hele ki yaşadığımız son bir haftadan sonra aslında hiçbirimiz birbirinin acısına, korkusuna ve ötekileştirilmesine yabancı değiliz artık. Hepimiz; ancak ötekilerin edebiyatını okurken o satırlarda bulabileceğimiz türden bir trajedinin içerisinde bulduk kendimizi. İşte, Yeraltı Edebiyatı budur. Ve artık bizler bu türün kahramanları olmaya hiç de uzak değiliz. Üzerinde; “barış, sevgi, emek ve kardeşlik” yazan pankartlarda taşınan gencecik bedenler, kan ve vahşet, eğer bir yeraltı kitabına konu olsaydı şüphesiz ki, okuyanlara çok ağır bir kasvet verirdi. Hatta hiçbir yazarın gönlü böylesine acı bir kurguyu yazmaya elvermezdi. Bu yüzden bizler artık ne Yeraltı Edebiyatı’na, ne de arka mahallemizdekilerin acısına uzağız.
Ne yazık ki; tüm farklılıklarımıza rağmen, her geçen gün kanlarımız birbirine karışmaya devam ediyor. Kabul etmesi ne kadar zor olursa olsun, çekilip büyük resme biraz uzaktan baktığımızda görüyoruz ki, o satırlarda anlatılan hüzün dolu hikâyelerin anti-kahramanları bizleriz. Sayfaları çevirdikçe, karşımıza birbirinden beter hikâyeleri çıkaran yazarlar ise uzağımızda değil, onlar da bizlerin içinde.
[box_light]Kaynakça[/box_light]
– Halk Ansiklopedisi Cilt 4, Yalçın Ofset Yayınları
– Osman Çakmakçı, “Edebiyatın ‘yeraltı’ damarı”, milliyet.com.tr/ozel/kitap/041104/02.html
– Osman Çakmakçı, Yeraltı Edebiyatı Dizisi, Ayrıntı Yayınları
Haktan
Özlettiniz kendinizi, satırlarınıza hasret kalmıştık. Yine çok içten ve çarpıcı. Tebrikler. Daha sık buluşmak üzere….