Önsöz (Amaç, Metot ve Kapsam)
Hiç lafı uzatmadan, peşin peşin söylüyorum ki bu kısımda bahsedeceklerim ileride bahsedeceklerim hakkında olduğundan “Henüz okumadığım bir yazı hakkındaki şeyi neden okuyayım?” diye düşünenlerin hiç düşünmeden bir sonraki başlığa geçmelerini öneririm. Fakat yazdığım yazının amacını, kullandığım tespit ve gözlemlerin elde ediliş yöntemlerini ve bunların kapsamını açıklamadan bu yazıya başlayamayacağım kanaatindeyim. Çünkü niyet okumaların haddini aşabileceği, kullanılan argümanlarda kapsam karmaşasının yaşanabileceği ve son zamanların moda tabiriyle provokasyonların oluşabileceği kadar geniş bir konu hakkında yazdığımın farkındayım. Bu açıdan bu yazının ne olup ne olmadığını belirtmeyi sadece yazar olarak kendimin rahatlığı açısından değil, yazımın işlevselliği açısından da oldukça önemli görüyorum.
Bu yazının çıkış noktası son dönemlerde gündemi oldukça meşgul eden Boğaziçi Olayları’dır. Bunu hiç çekinmeden söylüyorum, çünkü yazımın devamında mümkün olduğunca Boğaziçi’nden bahsetmekten çekineceğim. Bunun başlıca nedeni ise olayın henüz daha sağlıklı algılanamayacak kadar sıcak olmasıdır. Bu hararetli ortamda yapacağım yorumların siyasi bir bakış açısının etkisinde gibi, daha doğrusu sadece pratikte olan bir soruna yönelik önyargılı bir çözüm arayışı gibi görünmesinden oldukça çekiniyorum. Yazıda kurumları kendimce olabilecek en genel-geçer şekilde ele almaya çalıştım. Her ne kadar yazı hakkında en başta düşünmemi Boğaziçi Olayları sağladıysa da şu an yazımın diğer herhangi bir kuruma da en az Boğaziçi kadar uygun düştüğünü düşünüyorum. Aynı zamanda yazının kültür ve sanat standartları içerisinde olması açısından Boğaziçi’nden çok daha büyük, çok daha kapsamlı şeyler söylemesi gerekiyordu. Bu açıdan yazının genelinde olan tavrın sorun çözmek yerine, tanımlama yoluna saptığını görebilirsiniz. Bu yazı bir sorundan yola çıksa da bir çözüm yazısı olma gayesinde değildir. Bununla birlikte her ana ve alt başlık içinde yapılan tanımlamalara diğer her kurum gibi Boğaziçi’nin de ne kadar uyduğunu, ben direkt söylemekten çekiniyor olsam bile, hedeflediğim okur kitlesinin göreceğine olan inancımı sürdürüyor ve özellikle belirtiyorum: Eğer son olaylar hakkında ahkam kesen bir yazı arıyorsanız maalesef bu yazı sizin okumak istediğiniz türden bir yazı değil.
Bu yazının amacı yazının kimi zaman soyutlaşacak içeriğine karşın oldukça somut örneklerden geliyor. Kurum kültürü diye orada burada her gün edilen bir araba lafın altının bir türlü dolmaması bir yana, sadece anlatılamayan değil anlaşılamayan da bir sorun var aslında karşımızda. Yeni kurum üretilememesini geçtim, biraz da çağımızın bireyci yaklaşımından kaynaklı olarak var olan kurumlar da yıpranıyor. Bu bakımdan kuruluş, kurum, kurumsallaşma, kurum kültürü, misyon, vizyon gibi kavramların mümkün olduğu kadar iyi tanımlanması ve anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Bu yazı da tam olarak bu terimleri tanımlamak ve bunu yaparken mümkün olduğunca gerçek hayattan ya da başka alanlardan örneklerle hareket ederek yapmak gibi bir gayeyle yazılmıştır. Bunu birkaç paragrafta yapmanın zorluğundan dolayı da yazı kimi zaman uzun açıklamalara sapmak zorunda kalmıştır. Bu açıdan bu yazı maalesef kısa bir yazı okuyayım diyenler için de değil.
Bu yazıdaki tespitler somut gözlemlerden hareketle oluşturulmuştur. Bu gözlemlerin çoğu bizzat bana aittir, yani kişiseldir. Çoğunun spesifik bir eserde karşılığı olmayabilir. Yazının başlığının “Örneklerle” ile başlaması da bundan dolayıdır. Bu yazı örneklerden yola çıkarak yapılan çıkarımlardan oluşmaktadır. Bununla birlikte bu çıkarımlar literatürden uzak bir yerde de değildir. Farklı alanlarda daha önceden dillendirilmiş pek çok yöntem gözlemlerle de desteklenerek bu yazıda bir araç olarak kullanılmıştır. Sonuç olarak da yazıda analojilerden oldukça faydalanılmıştır. Farklı disiplinlerin kullandıkları bakış açıları bu içi doldurulamayan konunun içinin doldurulmasında kullanılmıştır. Bu bakımdan yazının direkt referans vereceği bir eser ya da isim yoktur. Bu yazı daha çok bu konu üzerinde üretilmiş bir perspektifin, bir düşünce sisteminin yazıya dökülmesidir. Bu sebepten bu yazı başka bir eserin özetini okumak isteyenler için de değil.
Bu yazının kapsamı, ki tanımlamalarla birlikte daha iyi anlaşılacaktır, kurumsallık açısından değerlendirilen tüm kuruluşlar ve onların yaşadığı sorunlardır. Bu yazıya konu olan şeyler somut kurumlardır ve kuruluşlardır. Günlük hayatta karşımıza çıkan kuruluşların kurum olup olmadıları, kuruluşların kurumlaşma süreci, kurumların yapısı ve kurumların karşılaştıkları sorunlar için yazılmış bir yazıdır bu. Kurumların her geçen gün yozlaştığı dünyada kurumların ne olduğunu iyice bir anlatmak için yazılmıştır. Bu sebepten bu yazı Emek Sineması, Boğaziçi, vesayet gibi güncel tartışmalar içerisinde de öyle veya böyle bir şekilde bahsi geçen kurumları ve kurum kültürünü ilgi çekici bir konu olarak görmeyenler için de değildir.
Buraya kadar yeterince okur elediğimizi düşünüyorum. “Kalan sağlar bizimdir.” diyerek tanımlamalarla başlayalım.
Kuruluştan Kuruma
Kurum, kelime olarak “kur-” kökünden gelse de kurulduğu gibi kurum olamaz. Her kurum, kurulduğu anda bir kuruluştur ve bu iki terim hiyerarşik olarak birbiriyle bağlantılıdır. Bu açık olması gereken konuda ise ciddi bir kavram karmaşası vardır. Etrafımızda gördüğümüz pek çok kuruluş, kurum olarak kabul edilmektedir. Oysa her kurum bir kuruluştur, fakat her kuruluş bir kurum değildir. Kurumların daha doğru düzgün tanımlanamadığı bir ortamda da kurumsallaşmanın anlaşılamaması oldukça doğaldır. Bu açıdan bu iki kavramı ayırarak konuya başlamak en doğrusu gibi görünmektedir.
Kuruluşlar bir amaç etrafında oluşturulmuş tüzel kişiliklerdir. Bu amaç bir şirketteki gibi kâr etmek de olabilir, bir sivil toplum kuruluşundaki gibi bir soruna çözüm üretmek de olabilir. Mühim olan bir amacın olmasıdır. Tüzel kişilik ise artık o kuruluşun bir kişiliği olması anlamına gelir. Yani, kuruluşların onu oluşturan kişilerden bağımsız bir kimliği olması gerekmektedir. Bu tanımlama etraftaki tüm kuruluşlara uyan bir tanımlamadır. Okullar, tiyatrolar, bakkallar, şirketler, dernekler, vakıflar… Bunların hepsi bir amaç etrafında organize olmuş tüzel kişiliklerdir, yani kuruluşlardır.
Kuruluşlar yatırım ve insan gücünden beslenirler. Nasıl bir şirketin gideri kapital ve iş gücü üzerinden tanımlanabilirse kuruluşlar da kendisine olan yatırımlardan ve insan gücünden güç alırlar. Kuruluşlara dair yatırımlar çeşitli şekillerde olabilir. Kuruluş; teknolojik alet, bina, yerleşke gibi maddi yatırımlardan beslendiği gibi âdet, alışkanlık, ritüel gibi manevi yatırımlardan da beslenir. Örnek vermek gerekirse bir şirketin satın aldığı bir yazılım veya bir okulun sahip olduğu bahçe bir maddi yatırımken, bu şirketin her cuma işe başlamadan beraber kahvaltı yapması veya okulun her yıl düzenlediği mezunlar buluşması bir manevi yatırımdır. Bu yatırımları anlamlı hâle getiren şey ise insan gücüdür. Kuruluş, bir amaç uğruna insan gücünü kuruluşa ait yatırımı yönetmesi için organize eder ve bu insan gücünden beslenir. Bir okuldaki öğretmenler, öğrenciler, hizmetliler o okulun insan gücüdür. Dolayısıyla kuruluşlar bir başka şekilde şöyle tanımlanabilir: Kuruluşlar; sınırlı bir insan gücünü, sınırlı bir yatırımı belirli bir amaç etrafında yönetmesi için organize etmiş tüzel kişiliklerdir.
Kuruluş bir tüzel kişiliğin evriminin ilk halkasıdır. Her kuruluş kurulması itibariyle yukarıdaki tanımlaya uyar. Yani her kuruluşun sınırlı bir kaynağı, sınırlı bir insan gücü vardır. Her kuruluş bunları bir amaç etrafında organize eder, her kuruluş bir tüzel kişiliktir ve bütün bunlara kurulması itibariyle sahiptir. Kurumsallaşma ise kuruluşun kuruma doğru evrimleşmesidir ve evriminin son halkası olan kurum olmaya doğru gitmesidir. Kuruluşların organize ettiği insan gücü zaman geçtikçe kuruluşa daha çok yatırım ve daha çok insan gücü çeker. Kurumun belki de dönemsel bir soruna yönelik olan kuruluş amacı zamandan bağımsız olacak şekilde ilkeleşir ve bu ilke kapsamında yeni amaçlar üretilmeye başlanır. Kuruluşun manevi yatırımları çok daha belirgin hâle gelir. Zamanın geçmesi ve ritüellerin tekrarlanmasıyla manevi yatırımlar zenginleşerek gelenekselleşir. Kuruluşun ilkeleşen kurulma amacı; sadece bu ilke doğrultusunda yeni amaçlar üretmek ve bunları gerçekleştirmek için organize olan değil, aynı zamanda bu ilkeyi koruyacak insan gücünü de organize eder ve manevi yatırımlarla yeni insanları ilke çerçevesinde şekillendirir. Bu saydıklarım kurumsallaşma sürecinde olacaklardır ve bu sürecin sonunda o kuruluş artık bir kurum olur.
Amaç ve İlke: Vizyon ve Misyon
Kuruluşların belirli bir amaç etrafında kurulduğundan, kurumların ise ilkeler etrafında şekillendiğinden bahsettik. Peki nedir bu amaç, neden ilkesel değildir? İlke nedir ve amaçtan nasıl farklılaşır?
Kuruluşların üzerine kurulduğu amaç, vizyondur. Bu kuruluşun ileride geleceği yere dair kuran kişiler tarafından oluşturulmuş bir öngörüdür. Bu vizyon tabii ki kuran kişilerin dünyaya bakışlarından etkilenir. Dolayısıyla ilkesel bir kökeni vardır. Fakat başarılı bir vizyonun doğası gereği pratik hayata uygulanmıştır. Yani, olgulardan yola çıksa da olaylara yöneliktir. Örneklendirmek gerekirse yeni kurulmuş bir start-up’ın amacı onu kuranların bilgisi, yeteneği ve dünyaya bakışı üzerinden oluşur. Mesela oyun sektöründe gerekli yeteneğe sahip birkaç kişinin kurduğu bir start-up, oyun üretmek üzere kurulmuştur. Bu kişiler FPS türünden hoşlandığı için bu kuruluş, FPS oyunları üretmek amacıyla kurulmuş olabilir. Görüldüğü gibi burada amaç, kişilerin kendilerine biçtikleri ilkelerden nasibini almaktadır. Fakat kuruluş içerisinde bu ilkesel arka plan, süreli bir pratik amaca dönüşür: Bir ay içerisinde bir FPS oyun çıkarmak gibi… Burada artık ilkesellik bitmiştir, çünkü ilke kuruluşun içerisindeki kişilere aittir. Amaç ise kuruluşun amacıdır. Bu süreli ve olaya yönelik amaç ise şartlar değişince değişmeye açıktır. Yani, FPS türüne olan ilginin azaldığını gören kuruluş mecburen başka türlere kayabilir. Görüldüğü gibi burada daha değişken, pratik ve pragmatik bir oluşum vardır. Dolayısıyla kişilere ait olan ilkeler kuruluşa ait olmadığından bu ilkeler kalıcı değildir. Zaten kurulma aşamasındaki hiçbir kuruluş tam olarak oturmuş bir ilkeyle istese de kurulamaz. Çünkü henüz pazardaki yeri kesinleşmediği için koyduğu tüm ilkeler koşullara göre değişmeye müsaittir ve değişecektir. Amacın ilkeleşmesi ise kuruluşun pazardaki yeri oturdukça şekillenecektir.
Kurumların ilkeleri ise misyondur. Kurulma aşamasında belirlenmiş amaç zamanla şekillenerek ve belki de tamamen değişerek ilkeleşmiştir. Misyon tek bir olaya yönelik değildir, olgusaldır. Dolayısıyla birden fazla olay için geçerli olacak hâle gelmiştir, yani bir ilke olmuştur. Bu ilke artık kişilere değil, kuruma aittir ve kurumun ilk karar alma mekanizmasıdır. Pratik hayata ise vizyonlarla uygulanır. Fakat bu vizyonların hepsi misyonun çerçevesinde çıkmak zorundadır. Yine örneklendirmek gerekirse, Disney Pixar animasyon filmler üreten bir kurumdur. Bu kurumun ürettiği film tipi artık misyonlaşmıştır. Pixar “Hızlı ve Öfkeli” serisinin yeni filmini üretebilecek imkâna da insan gücüne de sahiptir. Üstelik bu filmi üretmekten kâr elde edeceği de bellidir. Hatta çalışanlardan bazıları bu projeyi yapmanın mantıklı olduğunu bile düşünebilir. Fakat Pixar’ın böyle bir karar almayacağı barizdir. Çünkü burada ilkeler kuruma aittir ve kurum kendi ilkesini koruyacak insan gücünü de organize edebilmiştir. Burada misyonun ileride alınacak kararlarda ve vizyonun belirlenmesinde ilk karar mekanizması olduğu görülebilir. Dolayısıyla kurum için ilkeler temeldir, belirleyicidir ve kalıcıdır.
Kurumlar ve Kurulmuşlar
Misyon ve vizyona dair tanımlamalarla birlikte kurumları kurumlaşamamış kuruluşlardan daha rahat ayırabiliriz. Bundan sonraki kısımlarda kurumlaşamamış kuruluş tabiri gereğinden uzun olduğundan kendimce onlara “kurulmuş” demeyi tercih ediyorum. Bunun sebebi ise kurumlaşamamış kuruluşların evrimlerinde yalnızca kurulmayı tamamlayabilmiş olmalarındandır. Yani onlar sadece kurulmuştur. Hikâyeleri az çok bundan ibarettir. Bunun dışında yalnızca bu kuruluşun tekrarlayan bir ölüm kalım mücadelesi vardır. Büyüse bile büyüklüğü henüz kalıcı değildir ve pek çok alanda bu kurulmuşlar kurumlardan ayrılır.
Kurulmuşlar evrimleşme süreçlerinde sadece kurulmayı tamamladıklarından kuruluşların kurulmasıyla birlikte gelen tanımındaki tüm özelliklere sahiptir. Yani tüzel kişiliklerdir ve sınırlı bir kaynağı, sınırlı insan gücünün belirlediği belirli bir amaç etrafında yönetmesi için yine aynı sınırlı insan gücüne emanet etmişlerdir. Kurulmuşların bu özellikleri dışında çok bir numarası da yoktur. Kaynağın yönetimi insan gücüne ait olduğundan kurulmuşların başarısı insan gücünün başarısına kökten bağlıdır. Bununla birlikte amacın kaynağı da bu insan gücü olduğundan kurulmuşlar kendi altındaki insan gücünün ilkelerini benimser, kendi ilkesi yoktur. İnsan gücü kimi zaman kaynağı daha iyi yönetmek için kimi zamansa amacın yanlış olduğunu gördüklerinden en baştaki belirli amacı kolaylıkla değiştirebilir. Öyle ki aynı insan gücü bambaşka bir ilkeye uyan bir amaç da getirebilir. Hele insan gücünde bir değişme de olduysa kurulmuş neredeyse bambaşka bir karaktere bürünebilir. Dolayısıyla, kurulmuşların geleceği altındaki insan gücüne sıkı sıkıya bağlıdır. Kurulmuşların içine start-uplardan illegal işler için kurulmuş paravan şirketlere yeni kurulmuş okullardan köşeye açılan kafeye kadar neredeyse tüm kuruluşlar sığabilir. Ölüm kalım savaşı da en çok kurulmuşlar için belirgindir. Henüz pazardaki yerleri kesinleşmediğinden kurulmuşlar altındaki insan gücünün yeterince başarılı olamamasından dolayı kurulduğu gibi kolaylıkla kapanabilir. Kurulmuş kapandığında da neredeyse pazardaki kimse bundan etkilenmez. Çünkü pazardaki yeri henüz oluşmamıştır.
Kurulmuşlar bununla birlikte kurumlaşabilir. Her ne kadar bazı kurulmuşlar kurumlaşmamak için kurulmuş olsa da – paravan şirketle gibi- kurulmuşlar doğru şartlar altında kurumlaşabilir. Öncelikle kurulmuşlar doğru yönetim altında büyümeye başlar. Bu büyüme kaynağın artması, insan gücünün çoğalması ve amaçların fazlalaşması olarak kendini gösterir. Pazardaki yeri belirginleşmeye başlar. Amaçların çoğalmasıyla amaçlar arasında yavaş yavaş ortak bir ilke kemikleşmeye başlar. Bu ilke etrafında yeni amaçlar üretilir. Manevi kaynaklar belirginleşir ve neredeyse gelenekleşir. İnsan gücü sadece yeni çıkmış ilkeye dayalı amaçları gerçekleştirmek için değil, ayrıca o ilkeyi korumak için de organize olmaya başlar. Hatta gelen insan gücü ilke kapsamında eğitilir. Bu aşamalardan geçildiği anda kurulmuş kurumlaşmış ve kurum statüsünü kazanmıştır. Artık o bir kurulmuş değildir.
Kurumlar kurulmuşlardan farklı mekanizmalara sahiptir. Kurumların ilk karar mekanizması ilkeleridir. Kurum içinde hiçbir amaç ilkeden bağımsız çıkamaz ve amaçlar ilke etrafında şekillenir. Kurumların manevi kaynakları oturmuştur. Süregelen zamanda tekrar edilen şeyler ritüelleşmiş ve hatta ilkeyle bağlantılı hâle gelmiştir. Kurum kültürü dediğimiz şey de aslında bu ilke ve ilkenin etrafında şekillenen ritüellerdir. Pazardaki yeri bellidir. Bu sebepten ölüm-kalım savaşı günleri kurum için o kadar da belirgin değildir. Pazardaki yeri o kadar bellidir ki hatta kurum kapandığında pazar bu boşluğu hisseder ve bu kurumun yerini doldurmak üzere pazar refleks olarak ya bu kurumu tekrar inşa etmeye yönelir ya da bu kurumdan doğan ihtiyacı giderecek kuruluşlar doğurur. Bununla birlikte pazardaki değişimlere kurumlar kurulmuşlar kadar hızlı refleks gösteremeyebilirler, çünkü pazardaki mekanizmalardan ziyade kendi iç mekanizmalarıyla denetlenirler. Kurumlar pazarı kendi ilkeleri etrafında şekillendirmeye çalışırlar ve bunun için de insanları eğiterek kendi ilkeleri doğrultusunda yeni insan güçleri yaratırlar.
Bu kapsamda kurum ve kurulmuş arasındaki farkları şöyle sıralayabiliriz:
1- Kurulmuşlar, bir kuruluşun evrimleşme sürecindeki ilk halkadır; kurumlar ise son.
2- Kurulmuşlar amaçlar etrafında hareket ederken kurumlar ilkelerle hareket eder.
3- Kurulmuşların manevi kaynakları belirginleşmemişken kurumların neredeyse gelenekleşmiştir.
4- Kurulmuşlar kendilerine ait bir denetim mekanizmasından yoksunken kurumlar ilkelerini koruyacak mekanizmalar geliştirmiştir.
5- Kurulmuşların pazardaki yeri belli değilken kurumların pazardaki yeri kemikleşmiştir.
6- Kurulmuşlar pazardaki değişimlere hızla refleks gösterebilirken kurumlar daha hantaldır.
7- Kurulmuşlar ilkeden yoksun olduklarından dışarıdan insan ithal ederken kurumlar ilkeleri etrafında kendi insanlarını yetiştirir.
8- Kurulmuşların çoğu kurumlaşamadan ölür.
Kurumlar ve Değişim
Çok klişeleşmiş bir tabir var son zamanlarda: Değişim çağındayız. Klişeleşmiş de olsa bu ifade sapına kadar doğru. Gerçekten de neredeyse gün içinde değişen dinamiklerle neredeyse bir değişim kaosu içindeyiz. Kurumların evrimleşmedeki son halka olduğunu söylemiştik. Ayrıca kurumların kendi ilkelerini koruyacak insan gücünü organize ettiğini de söyledik. Yani, aslında kurumlar doğası gereği değişmeyi pek istemez. İstemez istememesine de değişmeye direnmek kurum için yeni bir ölüm-kalım savaşı yaratmaz mı? Kurumlar bu değişimin sesine kulak veremez mi? Kurumlar hantallaşmaya bu kadar elverişliyken nasıl değişebilir?
Kurumlar ilkelerine zarar vermeyecek şekilde değişim geçirebilir. Kurumun karar verme mekanizmasındaki ilk kriter ilkeleridir. Bu ilkelerle çelişmeyen değişimler kurum içerisinde daha kolay gerçekleştirilir. Kurumlaşmış, köklü bir üniversiteyi ele alalım mesela. Üniversitemiz her açıdan bir kurumun gerekliliklerini sağlıyor olsun. Fakat bununla birlikte üniversitemizin geri kaldığı noktalar da olsun. Örneğin dünya sıralamalarında ilk 500’e zar zor girmek… Bu üniversitenin şüphesiz ilk 100’e girebilmesini kurum içindeki herkes ister. Fakat bu ilk 100’e girme hedefinin nasıl yapılacağının tanımlanması süreci bu değişimin kolay yapılıp yapılamayacağını asıl belirleyen şeydir. Örneğin kurum içerisinde akademisyen olma şartlarının zorlaştırılıması, üniversitenin kontenjanının düşürülmesi, bu üniversiteye yeni maddi kaynaklar aranması gibi değişimler kurumun ilkeleriyle çelişmesi zor olduğundan daha kolay gerçekleştirilebilecek değişimlerdir. Bununla birlikte ilk 100 hedefi için kurum dışından bazı bilirkişilerin kuruma getirilip yeni bir arayışa gidilmesi muhtemelen kurum içinde tepkiyle karşılanacaktır. Kendi insanlarını kendi kültürünü koruyacak bir biçimde yetiştirebilen bu kurum yine kendi ilkeleri çerçevesinde ve kendi insanlarıyla bir dönüşüme gitmeye daha istekli olacaktır. Bunun sebebi ise yine ilkeyi koruma isteğinde yatar. İlk 100’e girmek kısa vadeli, pratik bir hedeftir. Bir amaçtır. Bu amacın gerçekleştirilmesi yolunda uzun vadede oturmuş ilkelerin zarar görebilmesi ihtimali vardır. İlk 100’e girilse ve bu amaç gerçekleşse dahi kısa vadede kâr olarak görülebilecek bu olay uzun vadede ilkelerin zarar görmesiyle birlikte kurumun üzerinde durduğu ilkelerle birlikte güçsüzleşmesine yol açabilir. Hatta kurumu belli bir süre sonra işlevsiz bir hâle bile sokabilir. Bu ihtimallerden dolayı kurum içerisindeki refleksler ilkelerle çelişebilecek değişimlere karşı duracaktır. Bir kurumdan beklenen ve olması gereken de budur. Peki, ya kurumun üzerinde durduğu ilkelerin revize edilmesi gerekiyorsa o zaman ne yapılabilir? Kurumlar ilkelerini revize edemez mi?
Kurumlar ilkelerini revize etmesi çok daha zorlu bir süreçtir. Kurumların kendi içerisinde kurduğu koruma mekanizmaları buna engel olduğundan ilkelerin revize edilmesi uzun süreler alabilir. Çoğunlukla kurumlaşan kuruluşlar başarılı olduğundan ilkeleri de iyi tanımlanmış ve mümkün olduğunca kapsayıcı şekle sokulmuş hâldedir. Yani, çoğu kurumun ilkeleri aslında ciddi şekilde revize edilmeye ihtiyaç duymayabilir. Bununla birlikte değişimin her şeyi yakıp yıktığı bir çağda ne kadar kapsayıcı olursa olsun ilkeler de işlevsiz kalabilir. Kurumların ilkelerini revize etmesi yolundaki en sağlıklı süreç bu değişimin tepeden inme şekilde değil de, bir kamuoyuyla yapılmasıdır. Kurumun kültürünün de yatırımlarının da ilkelerinin de anlam kazanmasını sağlayan şey aslında insan gücüdür. İnsan gücü olmadan kurumlar anlamlı olmaz. Kurumların insan gücüne tepeden baktığımızda genelinin kurumun ilkeleriyle uzalaştığını görsek de bireysel olarak tek tek bu insan gücünü irdelediğimizde tüm hayatlarının ve dünya görüşlerinin bu kurumdan ibaret olmayacağı açıktır. Dolayısıyla değişen koşullarla birlikte tek tek bu insanların da dünya görüşlerinin değişmesi de kaçınılmazdır. Bu kapsamda yeterli kamuoyu oluştuğu vakit kurumlar köhnemiş ilkelerini terk edebilirler. Fakat burada şu husus çok önemlidir ki kurumlar ilkelerini mutlaka yeni bir ilkeyle revize etmelidirler. Eğer kamuoyuyla gerçekleşen bir değişim söz konusuysa aslında olacak olan değişim aynen bu şekildedir. Kamuoyu uzlaşmayla birlikte geldiği için pratik emellerin özüne inilmeye çalışılacak ve kapsayıcı bir ilkede uzlaşılacaktır. Fakat eğer bu değişim tepeden inmeyse ilkelerin yerine yeni ilkeler koyamama sorunu doğar. Bu durumda bir kere esnetilmiş ilkeler tekrardan esnetilebilir ve kurum, kültürüyle birlikte yozlaşmaya başlar. Dolayısıyla, kurumlar için dışarıdaki değişen koşullara en doğru uyma şekli içeride bu sorunu tartışmaktır. Bunun için öyle aşırı bir şey yapmaya da gerek yoktur. Zaten kurum kendi içinde, eninde sonunda bireylerin çabalarıyla bu değişimi sağlayacaktır.
Kurumlar ve Popülizm
Çağımızdaki en büyük problemlerden biri de popülizm. Kurumlar demokrasinin ister istemez oturması gereken yerler olduklarından demokrasinin Corona’sı popülizmden de etkilenmektedirler. Bu kapsamda kurum içi veya kurum dışı bazı toplulukları tatmin etmek adına kurumun iç dinamikleri hiçe sayılabilmekte kurum içi tek irade kamuoyu gibi algılanabilmektedir. Peki, popülizm çağında kurumların kültürlerini koruyabilmesi mümkün mü? Kurumlar popülizme temizlik-maske-mesafe kuralı koyabilir mi?
Kurumların popülizme karşı koyabilecek mekanizmaları vardır. Bu mekanizmalar aslında değişime karşı duran mekanizmalarla aynıdır. Son dönemlerin moda tabiriyle “vesayet” olarak adlandırlabilecek olan bu mekanizmalar kurum, ilkelerinin dışına çıktığı vakit reaksiyon gösterirler. Burada kurum içi güç dengesini ayarlamak çok mühimdir. Vesayet öcü değildir. Var olanı muhafaza etmeye çalışan bir gruptur sadece. Bununla birlikte vesayet kamuoyunu aşırı baskıladığı anda muhafaza etmeye çalıştığı ilkeleri çiğneyebilmektedir. Sonuçta vesayeti oluşturan da bireylerdir ve bireylerin ilkeler haricinde uzlaştığı bir konu olursa bu durum kurum içi ilkelere zarar verecek bir hâle kolaylıkla dönüşebilir. Burada kamuoyunun güçlü olması önemlidir. Fakat kamuoyunun vesayeti tamamen ekarte etmesi de korkutucu bir durumdur. Vesayet var olanı muhafaza etmeye çalıştığından azınlıkta kalmış fikirlerin güvencesidir. Bu fikirlerin korunması da kurum kültürü açısından oldukça önemlidir. Kamuoyu vesayeti ortadan kaldırdığı anda bu azınlıktaki fikirler kendilerine yaşabilecekleri bir alan bulmakta zorlanırlar. Bunun dışında vesayetin ortadan kalkmasıyla kurum içi ilkeleri koruyacak güç de ortadan kalkacağı için kamuoyu bir amaç doğrultusunda bu ilkeleri çiğneyebilecek konuma gelecektir. Bunun daha tehlikelisi ise kurum dışından bir grubun kurum içine müdahale etmesidir. Kurumlar sayı itibariyle toplumun geneline göre çok daha az olduklarından böyle bir şeye hem vesayet hem de kurum içi kamuoyu karşı da olsa engel olamayabilir. Bu da kurumu korkunç şekilde yozlaştıracaktır. Son yıllarda kamuoyunun vesayet karşısında her yerde güçlendiği açıktır. Dolayısıyla kurumların vesayet-toplum dengesi toplum tarafına kaymaktadır ve bu dengeyi tutmak maalesef kurumlar için her geçen gün daha zor hâle gelmektedir.
Sonsöz
Kurumlar maalesef günümüzde her geçen gün daha da yozlaşmaktadır. Popülizm kurumların kültürünü eritmekte, liyakatsizlik kurumları işlevsiz kılmakta, bireycilik kurumların önemine gölge düşürmektedir. Kurulmuşlar çoğalmakta ve eskiden kurumlara ait olan yerlere doluşmaktadırlar. Oysa kurumların yerini dolduran bu kurulmuşlar kurumların kalitesinin yanına bile yaklaşamamaktadır. Kurumlar sadece kendi içinde ilkeleri korumaya çalışmazlar. Kurumlar kurum dışında da bu ilkelerin bekçileridirler. Dolayısıyla tüm topluma baktığımızda ilkelerin bayrak taşıyanları kurumlardır. Bireylerin de ilkeleri olabilir ve bireyler de bunu insanlara empoze etmeye çalışabilirler, fakat bir bireyin düşünceleri aynı bir kurulmuşta olduğu gibi amacın ötesine geçemez. Kurumların düşünceleri ise gerçekten ilkeseldir. Kurumlara bu sebepten sadece piyasada belirli ihtiyacı karşıladıkları için değil, tüm toplumda gerçekten ilkeleri tartışabilecek yegane alanlar olduklarından dolayı da muhtacız. Toplumda sadece bireyler arası değil, kurumlar arası da kurulacak bir demokrasiye her geçen gün ne kadar çok ihtiyaç duyduğumuzu hepimiz görüyoruz. Kurumlar ve bireyler arasında kurulmuş bir güç dengesi herkes için en idealidir. Bu açıdan kurumların iç dinamiklerinde özgür, güçlü ve etkili olması sadece o kurumun veya o kurum içindeki insanların değil, herkesin faydasınadır. Kurumlar geçmişimizde iyi kötü vardı, şimdi de var ama yozlaşıyor, gelecekte ise en iyi şekilde var olması için elimizden geleni yapmalıyız.