Steven Berkoff’un daha önce birçok kez farklı şekillerde uyarlanmış, farklı kadrolarca sahnelenmiş eseri, İbranice’de ‘arka plan diyaloğu’ anlamına gelen “Kvech”; isim babası Ferhan Şensoy’un çevirdiği haliyle “Dolu Düşün Boş Konuş”, 2014 versiyonuyla geçtiğimiz Cuma günü Odtü Kemal Kurdaş Salonu’ndaydı. Oyun Atölyesi tarafından hazırlanan, Haluk Bilginer’in çevirisiyle, Muharrem Özcan’ın yönetmenliğiyle seyirci karşısına çıkan oyun, herkesin aşina olduğu bir durumu; insan ilişkilerindeki maskelerimizi ve iç sesimizle çelişen davranışlarımızı anlatıyor. Konu her ne kadar oldukça basit olsa da; izlerken “Bunu ben de yaşıyorum.” dediğim birçok sahnenin arasında gizli ve ince mesajlar bulunmaktaydı. Hayatı kendimizi giymeye mecbur hissettiğimiz maskelerle ve bizi o maskeler varken tanıyan insanlarla çevrili olarak yaşıyoruz. Maskemizi çıkardığımızda çoğu zaman ortaya çıkan kişi bizi bile korkutuyor, çünkü aslında kendimizi bile öyle inandırmışız ki başka biri olduğumuza. Kendimizi kasıyor ve sıkıyoruz, başkalarının ne diyeceğini düşünmekten kendi diyeceklerimiz önemini yitiriyor. Düşündüğümüz gibi hareket edemiyoruz; çünkü tuhaf karşılanmaktan ya da dışlanmaktan korkuyoruz. Duygularımızı, düşüncelerimizi ve isteklerimizi o kadar bastırıyoruz ki; bir yerden sonra bir patlama yaşamamak imkânsız bir hal alıyor. Kimi zaman her şeyin mükemmel olması kaygısı, kimi zaman kabul edilmeme korkusu, yaşadığımız anı kaçırmamıza ve kuruntularımıza esir olmamıza sebep oluyor.
İzlerken aklımdan geçirdiğim düşüncelerim ve kendi hayatımdan kareler oyundaki karakterlerle bütünleşti. Donna (Hasibe Eren) ve Frank (Fatih Al) mutsuz bir evliliği sürdürmeye çalışan bir çift. Donna’nın bütün hesabı; kocasının yemeğe vaktinde gelip gelemeyeceği, yemekleri beğenip beğenmeyeceği. Kocası Frank ise başkaları tarafından kabul edilme kaygısı yaşayan, evinde kaynanasıyla (Murat Okay) yaşamaktan nefret eden, işinde mutsuz ve her ikisinde de farklı maskelerle gezen bir adam. İş arkadaşı Henry; (Gökçer Genç) karısı tarafından terk edilmiş, yalnız ve herkesin kendisini sıkıcı bulduğunu düşünüyor. Bütün karakterlerin yemek yediği ilk perdedeki sahnede, abartılmış iç ses diyalogları, her ne kadar abartılmış olduğunu vurgulasam da, bana öyle gerçekçi geldi ki. Eve yemeğe gelen bir misafirle ne konuşmalı, acaba yemekleri beğendi mi, tabağında kalmış kesin beğenmedi, şu an geldiğine pişman oldu, çok sıkılmış olmalı, acaba ortalığı şenlendirmek için bir fıkra mı anlatsam, ama ya fıkrayı orta yerinde unutursam gibi daha birçok soru; karakterlerin içlerinden geçirdiği. Hepsi ağızlarından çıkacak her sözü, bir sonraki adımlarını, nasıl hareket edeceklerini o kadar dolu bir şekilde düşünüyor ki; sonunda bardak taşıyor ve ortaya boş konuşmalar, manasız hareketler çıkıyor.
Oyunun en içinden geldiği gibi davranan, dilediği gibi gaz çıkaran, dilediği gibi konuşup istediğini yapan kaynana karakteri ise bir erkek tarafından canlandırılıyor. Kadını canlandıran bir erkek karakter, belki de seyirciyi güldürmek için tasarlanmış olsa da; bence karakterlerin gerçekliğini bozan bir durum.
İkinci perdede oyunda bir müzikal havası esmeye başlıyor. Alman, İtalyan ve İspanyol şarkı uyarlamaları çok güzel ve esprili. Gitarıyla sahneye çıkan Fatih Al da oldukça başarılı. İkinci perdede tanıdığımız, Frank’in patronu George karakterini canlandıran Tuna Kırlı ise tek kelimeyle şahane bir tipleme yaratmış. Hasibe Eren’le yaptıkları tango, müzikal havayı pekiştiriyor. Bu perdede artık karakterler, dolu düşünüp dolu dolu yaşamaya başlıyor ve bazı radikal kararlar alıyorlar.
Oyunun ikinci perdesinde, seyirci düşünmeye başlıyor. Başarısızlıktan o kadar korkuyoruz ki; hiçbir şey için cesaretimiz yok. Hayatımız zorlama planlar ve hesaplarla geçiyor belki de. Henry karakterinin evine yemeğe çağırmak istediği misafirleri nasıl ağırlayacağıyla ilgili kafa patlattığı trajikomik sahne, aslında hepimizin zaman zaman kapıldığı bir delilik:
“Salon mu, salon çok dar, olmaz. Mutfakta ağırlasam onları? Evet evet, en iyisi mutfak. Ama müzik seti salonda. O mutfağa sığmaz ki. Yoksa yeni bir müzik seti mi alsam? Ama çok pahalı. Salonun düzenini mi değiştirsem ki? Belki koltuklardan birini çıkarırım. Buldum! Ben en iyisi intihar edeyim…..”
Oyunda eleştirilecek bir nokta, küfrün dozunun güldürmekten çok tat kaçırmaya başladığı anlar ve birkaç kere yapıldıktan sonra seviyesi düşen birkaç espri…. Bunun dışında bütün oyunculuklarıyla ve inceden verdiği mesajıyla izlemeye değer bir oyun.
Hayat bizim hayatımız ve başkalarının hayatını yaşayacak kadar vaktimiz yok… Ancak içimizden nasıl geliyorsa öyle davrandığımız, kendi seçimlerimizin sonuçlarını yaşadığımız, karar verme cesaretine sahip olduğumuz bir hayat bizim hayatımız olabilir. Çünkü istemediğimiz halde sürdürdüğümüz zorunluluklar; sadece bizim değil, başkalarının da mutsuzluğu oluyor. Ne olur, hem dolu düşünün hem de dolu dolu yaşayın. Hayat, boşa konuşmak ve yaşamak için çok kısa….