RADYOAKTİVİTENİN keşif tarihi daha da eskilere uzansa da insanlık topyekûn olarak bunun gücünü 6 Ağustos 1945 günü Hiroşima’da görmüştür. Atom bombasının etkileri hala Japonya’daki bu bölgede sürmekte. Normalde sakin ve uslu olan çekirdeğimiz rahat rahat süregelirken bizler kendisine attığımız nötronlarla keyfini kaçırıyoruz. Çekirdekte nötron/proton dengesi bozuluyor ve çekirdek dengeyi sağlamak için fisyon tepkimesi ile kendini ikiye bölüyor. Bu bölünme sırasında biraz madde kaybolduğu için geriye muhteşem bir enerji çıkıyor (E=mc2) Fisyon tepkimesine kabaca kızgın ev sahibine benzetebiliriz. Neticede evinin içine sokakta oynayan çocukların topunun girip, ani bir gürültüyle kızan yaşlı amcamız gibi huysuzlanıyor çekirdeğimiz. Bu haksız ve beklenmedik olay karşısında dengesi bozuluyor ve sinirinden çok kararsız hallere bürünüyor. Çok sinirlendiği için içeri giren topu kesip toptan iz kalmayacak bir şekilde dışarı geri gönderiyor asabi amcamız. Artık sinirleri gevşedi ve tekrardan rahatına devam etmeye hazır. Topla birlikte kızgın enerjisini de atmış oldu. Normalde tabii daha karmaşık bir süreç. İşte fisyon dediğimiz olay kabaca bu. Fisyon için doğada bulunan uranyumun zenginleştirilmesi gerekir. Nötron bombardımanıyla bu zenginleştirme gerçekleştirilir. Ayrıca fisyon sırasında da nötronlar saçılır.
Dengesizliğin bu yüksek etkili sonuçlarından sonra insanlar süregelen sorunlarından birisi olan enerji meselesine çözüm olması hedefiyle nükleer (çekirdeksel) santralleri geliştirmişlerdir. Pek çok farklı işleyiş tarzı olsa da genelde radyoaktif çubukların suya sokulup elde edilen buharla dönen türbinlerden enerji üretimi amaçlanır. Bu süreçteki radyoaktif olaylardan dolayı ister istemez su da etkilenir ve değişir. Farklı bir yapı kazanır. Radyoaktif materyalden saçılan nötronlar su moleküllerine yapışır. Yaygın olan sadece tek protonlu hidrojene bir nötron daha eklenince döteryum oluşur. Dünya okyanuslarındaki hidrojen atomlarının yaklaşık 0.0156% kadarı döteryumdur (Helmenstine, 2020). Bir de süregelen enerji süreçlerimiz eklenince dünyadaki döteryum sayısının gün geçtikçe arttığını görmekteyiz. Yani ağır su ile temas yoğunluğu artmakta. Bu neden önemli peki? Artan döteryum suyun yapısına katılıp suyu ağırlaştırıyor. Yarı ağır su ve ağır su (döteryum oksit) olarak adlandırılan daha kütleli dolayısıyla dünyada ağır su meydana getiriyorlar. Gittikçe artan ağır su miktarı su döngüsüne katılıyor ve gidilmedik yer bırakmıyor. Şu anda içiyor olduğunuz suda, soluduğunuz havanın neminde bile mevcutlar. Günlük tükettiğiniz gıdalardaki su oranı ile de ne kadar fazla etkileşimde olduğumuzu az çok kestirebilirsiniz. İnsanlığın nükleer teknolojilerle atık olarak oluşturdukları radyoaktif suyun artmasının, günümüzdeki hasta sayısının artış hızı ile arasında büyük bir korelasyon olabilir mi? Araştırmacılar yüksek konsantrasyonlarda ağır suyun canlıları olumsuz yönde etkilediğini bulmuşlardır (Kushner et al., 1999). Artan nükleer enerji üretimine yönelimin ağır suyun da dünyadaki oranını arttıracağını göstermektedir. Şimdilik diyet yapanlar için ağır su ihmal edilebilecek bir tehdit gibi gözüküyor.
Özetle radyoaktivite sonucu oluşan yan ürünlerle yakın temastayız. Hem de en temel tüketim bileşiklerimizden biri sayesinde. Eğer bir kova suyu uzun bir süre sarsmadan ve görece hareketsiz bekletirseniz ağır su aşağıda birikecektir. Önünüzde bir bardak sudaki radyoaktiflik sonucu oluşmuş aromaların tadını çıkarın.
Not: İzotoplu suyun tadını insanlar normal sudan ayırt edemez. Yani izotop suyun aromasını normal sudan ayırt edemezsiniz.
Referans
Helmenstine, Anne Marie, Ph.D. (2020, August 25). Deuterium Facts. Retrieved from https://www.thoughtco.com/facts-about-deuterium-607910
Kushner, D. J., Baker, A., & Dunstall, T. G. (1999). Pharmacological uses and perspectives of heavy water and deuterated compounds. Canadian journal of physiology and pharmacology, 77(2), 79–88.
Görseller
http://www.lpl.arizona.edu/~hubbard/PtyS206/Lectures3/heavy_water.jpg
heavy-metal-contamination.-5.jpg (2024×1346) (water-purifiers.com)