Anne Sexton
Karamsar bir ruh haline sonsuza kadar mahkum kalacağını düşünen bir insana nasıl bir tavsiye verilir?
Her şeyin düzeleceğinin garantisi mi? Yoksa gerçeklerin acı vereceğini mi?
Yoksa ağzımıza sağlam bir mühür çekmek ve sonsuza kadar sessiz kalmak mı?
Dert dinlemeyi en iyi bilen insanlar bile, bazen karşısındaki kişiye nasıl tepki vermeleri gerektiğini bilemezler. Çünkü dinlemek deneyimlemek ile aynı değildir. “Seni çok iyi anlıyorum.” cümlesi ne kadar doğrudur ki? İnsan başına gelmeden bir olayı ne kadar derinlemesine anlayabilir ki?
Bana sorarsanız, böyle durumlarda yapılabilecek en mantıklı şey, karşındaki kişinin kendi duygularını kabul etmesini sağlamaktır. İyisi ya da kötüsü ile. Bir önemi yoktur insanın ne hissettiğinin. Önemli olan hissedebilmesidir. Çünkü kendi duygularından ne kadar kaçarsa insan o kadar kaybolur bu hayat yolculuğunda.
Sembolik anlamları ile yoğun düşünceleri konu alan Anne Sexton, “Yaşa ya da Öl” adlı şiir kitabında; insanoğlunun birbirinden çok da farklı olmadığını anlamamıza yardımcı oluyor. Kalabalık bir yolda yürürken yanımızdan geçen yüzlerce yabancı yüz ile ortak bir payda da buluşabileceğimizi bize hatırlatıyor. Kendimizi ansızın içinde bulduğumuz karamsar ve rahatsız edici düşüncelere, Sexton’un şiirlerinde de rastlayabiliriz. “Ölmeyi İstemek” adlı şiirinde aktardığı pesimist duyguları, halıcılar üstünden örnek vererek anlatmıştır. “Halıcılar mı?” diye soracak olabilirsiniz. Başta karamsar düşüncelerin nasıl halı yapan insanlar ile alakası olduğunu anlayamayabilirsiniz. Ama Sexton kullandığı sembolik anlatımları sayesinde birbirleriyle alakasız görünen kavramları ortak bir kesimde birleştirmeyi başarmıştır. Kötümser düşüncelerinden kurtulmanın tek yolunun, hayatını sona erdirmek olduğunu düşünen Sexton, intiharın farklı bir dili olduğunu savunmuştur. Bu dil aynı zaman da halıcıların da konuştuğu bir dildir. Çünkü onlar da neden bir halı yaptıklarından çok ne tür malzeme kullanacaklarını önemserler. Bunu da insanların neden hayatını sonlandırmak istemesinin önemsenmesindense daha çok nasıl sonlandırdıklarının düşünülmesi ile bağdaştırmıştır. Bir nevi insan hayatının değersizliğinin vurgulanması da denebilir. Değersiz midir peki bir insanın hayatı? Hayatını değersiz bulan insanları nasıl daha değerli hissettirebiliriz? Ya da bu bizim görevimiz midir?
Bence bu insanın vicdanı ile kendi arasındaki bir sorundur. Bazı insalar vardır, kendilerinden çok diğerlerini önemserler. Bir bakışları ile anlarlar, karşılarındakilerin nasıl olduklarını. “Gözler yalan söylemez.” söylemi vardır ya hani, bu tür insanların adeta gizli bir yeminleri vardır bu söze. Bir sürü kutu içine sakladığın ve varlığından bile kaçındığın duyguların sözcüleri gibidirler. Sen daha ağzını açmadan nasıl hissettiğini anlar bu insanlar. İşte o zaman anlar insan değersiz olmadığını, önemsendiğini.
Bazılarının ise evren ile gizli bir anlaşmaları vardır, umursamamak için. Karşısındaki ne kadar kötü olursa olsun, yaz gününde esen bir rüzgardan farkı yoktur onlar için. Hafif bir esintinin tenlerine değip gitmesi gibi. Bıraktığı büyük bir etki yoktur. Varlığı ile yokluğunun bir fark yaratmadığı bu hafif esintiler onlara değmez bile. Onlar da sorgulamaz, umursamaz. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” diye sesli bir şekilde zikretmeseler de yüreklerini sert bir zırh ile kapladıkları gizli bir bölmeden umut ederler. Kalpsiz ve duygusuz gibi sert sözcüklerin esiri altında kalmamak içindir, bu sessiz hareket. İşte bu insanların varlığı ise insanoğlunun varlığının çokta bir değeri olmadığını sert bir şekilde yüzümüze vurur.
Sexton kendi şiirlerinde, sessiz kalmaktan yanadır. Mutsuzluğunu kanıksamadığını ve böyle hissedilmesi gerektiğini söyler. Onun için mutluluğun ve üzüntünün bir farkı yoktur. Çünkü ikiside insanoğlunun doğasındadır. İkiside kaçınılmazdır. Mutsuzluk olmadan mutluluğun değeri bilinemez. Bu yüzden de bize acı veren duyguların esiri değil, dostu olmalıyız. Böylelikle sahte bile olsa kurduğumuz dostluk bağının bize acımasını ve iyi davranmasını umut edebiliriz.
Duygularımızın peşinden çıktığımız bu belirsiz yolda kendimizi hep yolun başında buluruz. Bir döngü gibi en başa döneriz. Farklı bir deyişle sonuç yine baştaki soruya çıkar bizler için.
“Duygularımızı kabullenmek mi yok saymak mı?”