Camus, “Kafka’nın tüm sanatı okuru yeni baştan okumak zorunda bırakmaktır” der Sisifos yazılarında. Bir yazar düşünün, öyle birini düşünün ki, her cümlesinden onlarca anlam çıkabilsin hatta çıkan anlamlar yazarın kendisini de aşabilsin, Kafka’nın ününün altında aslında yatan budur; cümlelerinin gittikçe devleşip önceki cümlelerini gölgede bırakması. Tabii ki Kafka’da her şeyi ayrıntılarıyla yorumlamaya kalkmak da doğru olmaz; simgeleri her zaman genel bir çerçeve içinde kalır, çevirisi ne kadar açık ve kesin olursa olsun.
Kafka’yı yazarlığı ve edebi kişiliği üzerinden tanımlayabilecek en iyi cümle “en bağımsız ve en kendine benzeyen yazar” iken onun üslubunu anlamanıza yardımcı olacak en önemli cümlenin kendi eserinden, Şato’sundan “muhtemelen yararsız olan bu yol, bu muhtemelen yitirilmiş gün, bu muhtemelen boş umut” olduğunu düşünüyorum. “Muhtemelen”. Tıpkı sözcüğün içindeki belirsizlik gibi Kafka da her zaman en net cevaplarını bu ne anlama geldiği belli olmayan kelimenin içine gizler ama hiçbir şey olmaz. Kafka’nın kişileri, bu ufak, sıkıntılı, belirsiz karakterler, oyalanmalarımızdan yoksun kalıp da benliğimizin derinlerine gömdüğümüz ölüm korkusunu iliklerimize kadar hissedeceğimiz gün nasıl bir duruma düşeceğimizi gösterirler bize.
Özelllikle üstünde durmak istediğim ve Kafka’yı anlama kılavuzu olarak gördüğüm Şato, fazlasıyla garip bir kitaptır öyle ki her sayfada günlük yaşamın en basit ayrıntılarının ağırlığı üstünüze çökerken; hiçbir şeyin bir sonuca varmadığını ve her şeyin adeta bir kısır döngü gibi yeniden başladığını görürüz. Bu bağlamda kitabın konusunun Kafkaesk bir böceklik duygusuyla kurtuluşunu arayan yalnız bir ruhun temel serüveni olduğunu düşünebiliriz. K., şatonun arazi ölçücülüğüne atanmıştır, şatonun olduğu köye gelir ama köyde şatoyla bağlantı kurmak imkansızdır. Yüzlerce sayfa boyunca, K. yolunu bulmayı inada bindirip asla pes etmeden her şeyi deneyecektir. Bunun sebebi saplantı noktasına gelen bir inat duygusuyla görevini başarmak istemesidir. Ama buna rağmen her bölüm ayrı bir başarısızlık ve yeniden başlamadır. Mantık, azim, hırs değildir bu salt inattır. Bu inat eserin trajikliğini oluşturur.
K., şatoya telefon ettiğinde yalnızca bulanık, belirsiz ve uzak sesleniş duyar ve bu kadarı bile umudunu beslemesine yeter, burada Kafka’ya özgü, Kafkaesk hüznün kaynağıyla karşılaşırız: elde edilemeyen, bir distopya ya da ütopya olabilecek cennete duyulan hasret. En büyük umudu şatonun ve dolaylı yoldan köyün kendini benimsemesini sağlamaktır. Bunu bir yabancı olduğu için tek başına başaramadığından şatoya ihtiyaç duyar. Tüm çabası, inadı herkesin kendisine duyurduğu yabancı niteliğini aşıp “yerli” rütbesine ulaşmak içindir. İstediği, yüzyıllar boyu insanın istediğidir: bir meslek, bir yuva, normal ve sağlam bir insan yaşayışı. Çılgınlıktan, kendi çılgınlığından bıkmıştır artık. Aklı başında biri olmak ister. Kendisini köye yabancı kılan tüm zincirleri kırmak ister. Bu bakımdan “Freida” öyküsü çok anlamlıdır. Şatonun görevlilerinden birini tanımış olan bu kadını sevgili olarak benimsemiş ve kendini onu sevdiğine inandırmışsa da bunu yapmasının tek sebebi geçmişidir. Kendisini her zaman için şatoya yaraşmaz kılan şeyin bilincine varır. Kimi insanların onları yiyip bitiren ölümsüzlük ateşi, çevredekilerin de yüreklerini yakmalarına yol açacak kadar büyüktür. Tanrının olmayanı tanrıya vermek olan ölümcül yanlışlık Şato’nun bu öyküsünün konusudur ancak bu Kafka için bir yanlışlık olmasından ziyade öğrendiği bir şeydir adeta, akıllanmasıdır. Tanrının olmayan hiçbir şey yoktur…
Ölçücü K., Barnabe Bacılara doğru gitmek için sevgilisinden kopar ve bu bir tezatlıktır, çünkü Barnabe ailesi, hem şatonun hem de köyün sırtını çevirdiği tek ailedir. Büyük bacı Amalia şato görevlilerinden birinin yaptığı “yüz kızartıcı” istekleri geri çevirmiştir. Geri dönüşü olmayan bir beddua tanrının aşkının peşinde koşmaya iter onu. Tanrı yolunda onurunu yitirme gücünü kaybetmek, onun bağışlamasını hak edemeyecek kadar alçak bir duruma gelmektir.
Egzistansiyalizmin bir yönelimi görülür burada; ahlaka karşı gerçek. İşler çok ileriye gider çünkü, Kafka’nın kahramanı şato ölçücü K.’nın aldığı yol, yani Frieda’dan başlayıp Barnabe kardeşlere uzanan yol, inançlı aşktan uyumsuzluğa, uyumsuzluktan ise tanrısallaşmaya giden yolun ta kendisidir. “Barnabe” öyküsünün kitabın sonunda yer almasına şaşmamalı. Ölçücünün son çabası tanrıyı kendisini görmeyenin içinde bulmak, onu iyilik ve güzellik kavramlarından sıyrılıp; ilgisizliğinin, haksızlığının, kinin çirkin yüzlerinin arkasında aramak ve bulmaktır.
Şatodan kendisini benimsemesini isteyen bu yabancı, yerli sıfatını aradığı yolculuğunun sonunda daha da yabancılaşmıştır. Öyle ya, bu kez kendi kendine ihanet eder: çılgın umuduyla zengin olarak, tanrı iyiliğinin uçsuz bucaksız arazisine girmeye çalışmak için ahlakı, mantığı ve düşüncenin gerçeklerini bırakır.
Umut kelimesi burada absürd kaçmaz, tam tersine, Kafka’nın anlattığı olay ne kadar “trajik” ve doğal ise, bu umut da o kadar kışkırtıcıdır. Dava ne kadar uyumsuzluğu anlatıyorsa, Şato’nun ateşli “sıçrama”sı da o kadar uyumluluğu anlatır, Dava’nın ters bir devamı gibi. Kitabın sonunda bir cümle ile karşılaşırız, “Yeryüzü umudunu öldürmek gerekir, gerçek umut bizi ancak o zaman kurtarır”. Benim anladığım ise şudur, “Şato’yu yazmak için önce Dava’yı yazmış olmak gerekir.”