En başından beri biliyorum ki daima sakınılacak, şüphe edilecek bir şey var dünyada. Hava kararınca yarı saydam tül perdelerin ardında gözlerimin netleyemediği karaltılar, şeftali pembesi gökyüzünün hâkimiyetine burun kıvıran bulutlar örtemedi, örtemeyecek endişelerimi. Ve gün gelecek, çıkmaz sokaklara mühürlenmiş anılarım boy gösterecek tenimde. Çoktan kurumuş gözyaşlarımla yıkayacağım o sokaklarda bıraktığım çıplak ayak izlerimi. Gün gelecek, domino taşlarım kalabalıkta itişen insanlar gibi birbirlerini yıkmaya devam ederken taşlardan biri kaskatı dikilecek. Bedenimin derinliklerinde en güçlü kalp atışıyla hayat bulacak gümüş tilki, kurnaz eşini yine o derinliklerde kaybedecek.

Ben bu yüzden parmaklarımın arasına sakladım üzüntülerimi, mutluluklarımı, hatta umutlarımı. Hâlâ da saklarım. Onlara göz kulak olmak benim görevimdir, onlara fısıldamak ise en büyük eğlencem. Hemen elimin altında, parmak uçlarımda, avuç içlerimde olmalılar ki kolaylıkla onlara ulaşabileyim. Bazen gözlerime süreceğim onları, bazen bir maske misali yüzüme geçireceğim. Bazen de saçımın her bir teline yükleyeceğim verdikleri kuşkuyu, huzursuzluğu, sıkıntıyı. Tüm bunlar olurken dilimde bir şarkı, belki bir türkü, bir arya benim kurtuluşum olacak. O zamana değin, tıpkı yontulmamış bir mermer taşı gibi çoktan ağırlaşmış, betonarme saçlarım da eşlik edecek bana, ve evet, hem de her teli. Bütün kuşkularımla, huzursuzluklarımla, sıkıntılarımla gece gündüz boğuşan ağarmış kardeşlerimin omuzlarındaki yükü hafifletircesine bir yardım çağrısı… Çok geçmeden sesleneceğim onlara: “Aman kardeşlerim, aman dikkat edin!”, “Kulaklarım sizi dinlemesin, şarkımızı işitiyor olmasın.”

Aslında farkındayım, böylesine hiyerarşik bir ülke olan bedenimde, böylesine iyi işleyen bir düzen altında kurtuluş adına söylenen şarkılar duyulmaz. Ruhun bedenden çıkış kapısı elbette bulunmaz, çünkü insanın acı çekmesi son derece sıradandır, gayet doğal karşılanır. Şu zamana dek öğrendiklerimiz, anladıklarımız, feda ettiklerimiz hep acıyla mümkün olmuş. İnsanlar olarak cihanın üzerine tünemiş, kalkmak bilmeyen devasa bir baykuş gibiyiz. Acının beslediği amansız köklerimizi kocaman kazıklar hâlinde çakmışız yeryüzüne. Neyse ki onca çaba, heba edilen onca hayat “meyvesini vermiş”, biz büyüdükçe büyümüşüz, şişmanladıkça şişmanlamışız. Nihayetinde ise buradayız işte, yaşlı ve hırpalanmış ama burada. Ve evet, ben bugün her birini özenle taradığım, her birine kardeşim dediğim saç tellerimi her ne kadar şarkılarının kulaklarıma gitmemesine dair tembihlesem de bunun boş bir uğraş olduğu çok söylendi bana. Gerek annem, gerek anneannem bunun nasihatini evvel zaman önce verdi: “İnsan doğasında olandan kaçar mı hiç? Çektiğin zorluklar, acılar sana bahşedilmiş birer lütuftur.” Ama bilmiyorlar ki ben, harmoninin altüst ettiği ezgilerimde iyileşmeyi, ya da beni rahat bırakmayan şeytanları başımdan defetmeyi asla beklemedim, beklemeyeceğim. Bu, kendimle baş edemediğim durumlarda gerçekleştirdiğim bir alışkanlığım, bir ritüel. Tıpkı dinî bir tören gibi.

Söz konusu töreni başlatacak çanlar ne zaman çalsa, hayatım boyunca kaç kere toprağa karışmış olabileceğimi düşünürüm. Toprakla bir olan bedenim hangi minerallerle tanışırdı, hangi zamanın sakinleriyle dans ederdi, merak eder dururum. Yokluğumu, yok oluş serüvenimi gözlerimin önünde bir film şeridinden izlerken aynı zamanda varlığımın da tadına varırım. Birçok şeye sahip değilim belki. Önceleri sahip olabileceğim birçok imkân ellerimden kaymış olabilir ve yeri geldiğinde bocalamış olabilirim. Fakat her şeyden önce hayatıma sahip olduğum için oldukça müteşekkirim. Ruhumdan da ötede, daha kaç hayatı yaşayacağımdan bihaber de olsam şu an o hayatlardan birini sürdüğüm için müteşekkirim. Sylvia Plath’ın da dediği gibi: “Nasıl bir kedinin kaybedeceği dokuz canı varsa, benim de daha kaybedeceğim en az dokuz canım var.” Şüphesiz ki her insan ölüme yaklaşabilir, tahribata maruz kalabilir kötü zamanında. Bu tahribatla ayaklarımın, bacaklarımın, kollarımın ötesinde ben paramparça hâlde olabilirim. Duygularım ve düşüncelerim ruhumu, bedenimi harap etmiş ve ardından beni terk etmiş olabilirler. Ama bakın, bakın! İşte bunlar benim kollarım, bunlar bacaklarım, bunlar da dizlerim. Tıpkı sizin gördüğünüz gibi. Onları bu harabeden ben çıkardım.

Sadece bir gün yetecek, ekşi nefesimin vücudumdan arda kalanı çürütmesi için. O gün üzerimden incilerimi ayıklayacaksınız belki de, yosunlarımı sökeceksiniz. Hâlihazırda sahip olduklarım bile ufalanacak avuçlarınızda, bir kum saatinin içinde kayıveren kum taneleri gibi. O zamana kadar hep Nina Simone’a eşlik edeceğim: “Kollarım, ellerim parmaklarım, bacaklarım var. Burnum var, ağzım var, gözlerim var. Kalbim var, kanım var, hayatım var, hayatlarım var, ben varım!”

 

Kaynakça:

Plath, Sylvia. Lady Lazarus, 1962: Ariel and other poems by Sylvia Plath. Londra: Everyman’s Library

Pocket Poets Series, 1998.

Simone, Nina. Ain’t Got No – I Got Life, 1968: ‘Nuff Said. ABD: Sony Music Entertainment, 2011.

https://affordableartfair.com/tim-fowler-nina-simone-plant

https://www.artmajeur.com/en/alexejdaniel/artworks/2385557/lady-lazarus-sylvia-plath

Leave a Reply