Böcklin, Caillebotte, Von Stuck ve Daha Fazlası… Berlin Alte Nationalgalerie’de Altı Saat

Şehrin ortasından akan büyük bir nehir… Nehrin iki tarafına sıralanmış tarihi binalar… Sokak sanatçılarının enstrümanlarından çıkan yumuşak ezgiler…

Etrafını çevreleyen ırmak ve antik Yunan/Roma mimarisinden esinlenmiş binalarıyla tipik bir Avrupa kenti görüntüsü çizen Berlin’in Müzeler adası, şehrin içinde yerleştiği konum itibariyle Berlin’de kaldığım sürece gözde mekânım oldu. Berlin’in Mitte semtinde bulunan ve zamanında konutların bulunduğu bir yer olan bölge, 1841 yılında Prusya Kralı Friederick Wilhelm 4 tarafından “sanat ve bilim” adına boşaltılmış ve büyüyen imparatorlukla beraber ülkeye getirilen tarihi eserlerin artması ve yeni müzelerin yapılmasıyla beraber Berlin şehrinin sanat ve kültür merkezi olacak şekilde geliştirilmiş.

Günümüzde Prusya Kültürel Mirası Kuruluşu’nun bir parçası olan Berlin Devlet Müzeleri tarafından işletilen bölgeye, Humboldt Üniversitesi Teoloji Fakültesini arkanıza alıp Spree üzerindeki köprüyü kullanarak varırsanız eğer; solda heybetli Berliner Dom, sağda ise etrafı çeşitli heykellerle süslenmiş bir bina olan Alte Nationalgalerie sizi karşılayacaktır. İlerledikçe ise adada bulunan diğer müzeleri -Altes, Neues, Bodes ve Pergamon- göreceksinizdir.

Alte Nationalgallery Binası

Bütün bu buram buram sanat ve tarih kokan müzelerin arasında , bana kalırsa eğer, adanın en güzel müzesi  “Deutsche Alte Nationalgalerie”. Tam çevirisiyle “Alman Eski Milli Galerisi” anlamına gelen müze, aslında Berlin’de bulunan “Deutsche Nationalgalerie”nin bir parçası. Bulunduğu bina normalde Deutsche Nationalgalerie’nin ilk binası olarak tasarlansa da zamanla müze koleksiyonunda bulunan parçalarının sayısının artıp, yeni eserlerin sergilenmesi için yeterli yerin kalmaması üzerine Gallery yöneticileri ek binalar inşa ederek Nationalgalerie’i şu anki hali olan 3’e bölmüş. Antik Yunan&Roma mimarisinden esinlenerek inşa edilmiş ve etrafı heykellerle süslenmiş bu heybetli binanın içerisinde ise Nationalgalerie koleksiyonuna ait Alman romantik ve sembolistlerin eserlerinin yanında; yeni yeni önemi anlaşılıp, keşfedilen 19. Yüzyıl Fransız empresyonist sanatçılarından olan Gustave Caillobotte’nin Chicago Sanat enstitüsünden getirilen eserleri ve Caillobotte’nin kişisel koleksiyonuna ait Manet, Monet, Renoir ve Cezanne gibi sanatçıların eserleri de sergilenmekte.

6 saat gezip yine de tam anlamıyla eserleri incelemeyi bitiremediğim bu müzede en çok ilgimi çeken sanat eserlerini seçmem gerekirse eğer,  Arnold Böcklin’in “The Isle of the Dead” adlı yapıtını, Franz Von Stuck’un  “Tilla Durieux als Circe”sini , ve Fransız empresyonistlerden Gustave Caillobotte’nin “Rue de Paris; Temps de Pluie” adlı eserini örnek verebilirim.

Arnold Böcklin “Toteninsel” 1883 yapım 3. versiyon

“The Isle of the Dead” adlı resimden biraz bahsedersek eğer, bu yapıt İsviçreli sembolist Arnold Böcklin’in en önemli eserlerinden biri olarak sayılmakta. 1883 yapım ve sanatçının yaptığı 6 versiyon arasında 3. Versiyon olan bu eser diğer versiyonlarına nazaran daha açık renklerle yapılmış. Dikkatlice baktığımızda insanı içine çeken donuk bir nehrin ortasında zaman durmuş hissi veren dik kayalıklar ve servilerle süslenmiş bir ada ve o adaya doğru usulca yaklaştığı hissettirilen bir kayık manzarasını fark edebiliyoruz. Çoğu kişi bu görüntüyü gördükten sonra eserde Yunan mitolojisindeki ruhları yeraltı dünyasına götüren kürekçi Kharon’un çizildiğini düşünse de Arnold Böcklin aslında eserin içeriği hakkında herhangi bir açıklama yapmamış. Esere bir isim bile vermeyen sanatçı sadece arkadaşına yazdığı bir mektubunda eserin insanlarda rüya etkisi yaratmasını istediğini dile getirmiş. Bütün bunların dışında yapıttaki adaya ilham veren yerlerin arasında ressamın kızının gömüldüğü Floransa’daki İngiliz mezarlığı, Yunanistan Corfu’daki Pontikonisi adası ve Karadağ’daki Saint George adası olduğu düşünülüyor. Bu resimle alakalı başka bir ilgi çekici bilgi ise bir Böckler hayranı olan Hitler’in, rejimi sırasında, Alte Nationalgalerie’de bulunan bu 3. Versiyonu müzeden alarak 2. Dünya savaşında en çok zamanını geçirdiği Bayern Obersalzberg’deki evi olan Berghof’a astırmasıdır.

Franz Von Stuck 1912 yapım “Tilla Durieux als Circe”

İlgimi çekip bu yazıda anlatmak istediğim diğer bir esere gelirsek o da Franz Von Stuck’un  “Tilla Durieux als Circe”si. Tehlikeli güzelliği ve baştan çıkartıcı bir şekilde aslan figürleriyle süslü bir kap uzatmasıyla resme uzun süre bakan kişiyi içine çekip, tabloya dokunma isteği uyandıran bu eser, 1912 yılında sembolist akımına uygun olarak resmedilmiş. Von Stuck’un model olarak kullandığı kadın ise Viyana’da o yıllarda sergilenen Calderon adlı tiyatro oyununda Yunan mitolojisinin tanınmış figürlerinden olan büyücü Circe’yi canlandıran aktris Tilla Durieux. Sembolist akımıyla beraber sanatta objeleştirilen kadın figürlerinin özellikle güzel ve tehlikeli “femme fatale” kadınlara olan ilginin de artmasıyla Tilla Durieux, ilgi çekici güzelliği ve tehlikeli aurası sayesinde çağında en fazla resmedilen kadınlardan biri haline gelmiş.

Gustave Caillebotte 1877 yapım “Rue de Paris; Temps de Pluie”

Hoşuma giden bir başka önemli eser ise, Alte Nationalgalerie’e geçici bir süreliğine Chicago sanat enstitüsünden getirilmiş Gustave Caillebotte’nin “Rue de Paris; Temps de Pluie” ya da Türkçe çevirisiyle “Paris’te yağmurlu bir gün” adlı yapıtı. Empresyonizm ve realizm sanatlarından etkilenen ressam çağdaşlarına göre biraz daha realizme yakınlaşsa da empresyonizme olan ilgisi ve babasından kalan yüklü mirası sayesinde Monet gibi çağdaşı empresyonist sanatçıların resimlerini satın alarak ya da stüdyo kiralarını ödeyerek  onlara yardım etmesiyle Empresyonizmin patronları arasında kabul ediliyor. Bu eserinde ise sanatçının fotoğrafçılığa olan ilgisi ve realist dokunuşları fark edilebiliyor. Çünkü Kuzey Paris’teki “Place de Dublin” adlı bölgeyi resmeden sanatçı,  “odak dışı” metodu olarak bilinen bir metot ile arka plandaki kişileri ve yerleri aynı bir fotoğraf gibi bulanık yansıtıyor. Onun dışında resmin ön planındaki o dönemin son modasına uygun giyinmiş orta sınıf Fransız çift ve arka plandaki işçi sınıfına ait kişiler ise sanatçının realizm akımına uygun olarak günlük hayattan kanvasa aktardığı birkaç başka detay.

Bütün bunların dışında elbette ki bu koca müzede yüzlerce birbirinden güzel ve emek harcanmış eser var ve burada anlattığım eserlerin arka planı, temsil ettikleri şeyler, inceledikleri ve eleştirdikleri durumlar kesinlikle bu kadarla kısıtlı değil. Fakat genel bir bilgi vermek ve beğendiğim birkaç parçadan bahsetmem gerekirse eğer bu parçaların en çok ilgimi çekenler arasında olduğunu söyleyebilirim. Eğer olur da Berlin’e yolunuz düşerse listenizin en başında olması gerektiğini düşündüğüm bu müzeyi mutlaka ziyaret edin.

 

Leave a Reply