Uzakdoğu Sinemasından Alışagelmedik Bir Aşk Hikayesi: “Elveda Cariyem”

1920’lerden 1970’lere kadar sürekli değişen çalkantılı bir politik atmosfer

 

 Küçükken devamlı şiddete ve istismara uğramış, beraber büyümüş iki arkadaş

 

Platonik bir aşk ve bir üçüncü kişi

 

Yüzyıllarca oynanarak geliştirilmiş bir sanatın çeşitli rejimlerde hayatta kalma çabası

Uzakdoğu kültürüyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir insanım. Zaten daha çok Amerikan ve Avrupa yapımı filmler izleyen ortalama bir kişi olduğum için, o coğrafyaların sineması hakkında da hiçbir fikrim yoktur. Fakat geçenlerde bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine hem Oscar’da hem de Golden Globe’da yabancı dilde en iyi film ödülünü almış olan 1993 yapımı bir Çin Filmi izledim ve size de bugün bu filmden bahsetmek istiyorum. Gerçekten 2 saat 40 dakikalık büyüleyici bir tiyatro gösterisine şahit oldum desem yalan söylemiş olmayacağım; yapımcılığını Hsu Feng yönetmenliğini Chen Kaige’nin yaptığı bu eserin adı “Elveda Cariyem”.

Konusu yirminci yüzyıl Çin’inin politik çalkantıları içinde büyüyen ve değişen her politik atmosfere rağmen sanatını icra etmeye çalışan iki Pekin Operası sanatçısının arasındaki ilişkiyi, hayatları boyunca uğradıkları istismarları ve yaşadıkları kimlik krizini içeriyor.

Sahne ile gerçek hayatı ayıran sınırların flulaşmasına, fakirlik ve baskının insanları ve sanatı nelere zorlayabileceğine, madde bağımlılığına, şiddete, intihara ve hayal kırıklığının her çeşidine bu filmde tanık olabiliyoruz.

Filmle aynı adlı klasik bir Çin operasının etrafında gelişen bu eserde, operadaki duyguların ve dramatik olayların aynısının yansımasını Doutzi ve Shitou’nun yaşadığı hayatta da görebiliyoruz. Zaten 50 yıla yakın aynı oyunda aynı karakteri oynayan Douzi/Dieyi’nin filmin son sahnesinde benliğinin ayrılmaz bir parçası haline getirdiği cariye karakteri gibi kılıçla boğazını keserek intihar etmesi de bence film boyunca oluşturulan yansımanın bütünleştiği noktayı oluşturuyor.

 

Eserin zaman akışı açısından analizine gelirsek, hikâyenin dikkat ettiğimizde beş ana dönem üzerinde işlendiğini görebiliyoruz. Birincisi Douzi ve Shitou’nun çocukluğunun geçtiği ve son derece acımasız koşullarda tiyatro eğitimi aldığı Çin’in Japon işgaline kadar ki Cumhuriyet Dönemi. İkincisi Japon İşgali’nin hemen öncesinde ve işgal sırasında geçen Douzi ve Shitou’nun artık ünlü birer aktör olduğu ve Juxian’ın hayatlarına girip ilişkilerini uçuruma sürüklediği dönem. Üçüncüsü Japon işgalinden Çin’in kurtulması ve tekrar kurulan Cumhuriyet sırasında operanın zor zamanlar geçirdiği ve Douzi’nin vatan hainliğiyle yargılandığı dönem. Dördüncüsü komünist partinin yönetimi ele geçirdiği ve kültürel devrim adıyla eski geleneksel Çin toplumuna dair her şeyi ortadan kaldırmaya çalıştığı dönem ve son olarak beşincisi ise filmin başında ve sonunda kısaca gördüğümüz Mao yönetiminin kalktığı dönem.

 

Bu beş zaman dilimi içinde iki ana karakterimiz olan kral ve cariye yani Doutzi ve Shiotou’nun analizine gelirsek, özellikle baş karakter Douzi/Dieyi’nin kendisini gittikçe oynadığı karakterle özdeşleştirdiğine, sahneyle gerçek hayat arasındaki farkı nasıl anlayamaz hale geldiğine ve oynadığı cariye ile arasında en sonunda yavaşça bir ayrım kalmadığına şahit oluyoruz. Film sırasında canlandırdığı karakteri gibi devamlı ihanete uğrayan ve her defasında büyük fedakarlıklar yapan bir kişiliğin oluşmasını ve gelişmesini izliyoruz.

Shitou’nun ise, operada canlandırdığı savaşı kaybeden ve köşeye sıkışan Kral gibi, çaresiz kalışını ve yanlış seçimler yaparak sevdiği kişilerin ölümüne sebebiyet verdiğini görebiliyoruz. İlk başta Douzi yerine Jixiansu’yu seçmesini, sonra da altında kaldığı politik baskılar sonucu kültürel arınma döneminde komünist parti tarafından sorgulanıp işkenceye uğradığında Douzi’yi ve karısını kendi kurtulması pahasına harcamasını buna örnek verebiliriz.

 

Bütün bunlar dışında film Çin’in hem politik hem de sosyal anlamda çalkantılı yirminci yüzyılını anlatma konusunda da son derece başarılı bir film. Ülke genelindeki afyon bağımlılığından ve sömürgecilikten fakir ve bitap düşmüş Çin halkının sosyokültürel yapısına, genelevlerin ve tiyatro topluluklarının nasıl kimsesiz ya da fakir çocuklar tarafından o dönemde beslenmiş olduğuna yirminci yüzyılın ardından bakabiliyoruz. Yıkılan bir imparatorluğun gerisinde bıraktığı kültürün hem Batılılaşma hem Japonlaşma hem de komünistleşme dönemlerinde bir avuç kadar insan tarafından bütün güçlüklere rağmen korunup yaşatılmaya çalışıldığını seyrediyoruz. Günümüz doğu toplumlarında hala büyük bir tabu olan eşcinsel aşkın 20. Yüzyıl Çin halkının sosyokültürel atmosferi sırasından da güzel bir portresi çizilmiş. Japon işgalinin Çin halkı üzerindeki şiddetini, yeni kurulan Çin Halk Cumhuriyetinin oluşturduğu totaliter rejimin insanlar üzerinde kurduğu baskıyı inceleyebiliyoruz. Hem operada hem de filmde ana tema olan kader ve ihanetin devamlı olarak Shitou’nun Douzi’ye ihaneti; Douzi ve Shitou’nun hocalarının “kaderle oynamayın” nidalarına rağmen kurtardığı terk edilmiş bebeğin ikisini birden sırtından bıçaklaması gibi çeşitli şekillerde gösterilmesi de bu konulara katkıda bulunuyor.

 

Filmin içinde aynı zamanda devamlı klasik Çin operası izlediğimiz bu oyun bana Plato’nun tiyatro hakkındaki görüşlerini de hatırlatmadı değil.  Çünkü Plato’nun tiyatroda ve şiirlerde sadece erdemli insanlar ve eylemlerin yansıtılması gerektiğini söylemesi, aksi takdirde oyuncuların ve ahlakın bu karakterleri oynamak ve izlemekten dolayı zamanla onlara benzeyip yozlaşacağı düşüncesi aslında bu filmde de tiyatro için yaşayan Douzi’nin karakterinde de yer buluyor denebilir. Çocukluğunda tiyatroya kabul edilsin diye annesi tarafından doğum deformasyonu sonucu oluşmuş altıncı parmağının kesilmesinden itibaren, karakterini en iyi şekilde oynamak adına sevdiği adam tarafından pipoyla dövülmesi ve içinde kaldığı ikilem ve bunalımı bastırmak adına afyon bağımlısı olması da aslında bunun çok güzel örnekleri. Tek oyunda değil hayatta da çeşitli erkeklere cariyelik yapması ve adeta bir kadının kaderini paylaşırmışçasına oradan buraya sürüklenmesinin de bu teorinin gerçeklik payını güçlendirdiğini de unutmamak gerek.

 

Herhangi bir film kritiği veya yirminci yüzyıl Uzakdoğu siyaseti ve kültürü uzmanı olmasam da gerçekten çok etkileyici ve düşündürücü bulduğum bu filmden -Bilkent terimleriyle üzerine dönem sonu araştırma yazısı yazılabilecek bu filmden- öğrenilebilecek, yorumlanabilecek, çıkarılabilecek çok şey olduğunu düşünüyorum. Siyasi, coğrafi, kültürel ve psikolojik birçok alt tema barındırması elbette bunun ana sebeplerinden biri. Bu yüzden uzak doğu sinemasına/kültürüne adım atmamış ya da bu konuda daha çok ilerlemeyi düşünen herkesin izlemesi gereken bir film olduğuna inanıyorum.

 

Bibliography

Lillian Lee, Lu Wei. 1993. Farewell to my Concubine.Directed by Chen Kaige. Produced by Hsu Feng. Miramax Films.

 

Leave a Reply

1 comment

  1. Elif Gürel

    Yazıya bayıldım. Benim de keyifle izlediğim bir filmdi ama senin yorumlarını okuyunca alt metinlerde göremediğim çok şey olduğunu fark ettim. Derinlemesine inceleme yaptığın bir yazı olmuş. Ellerine sağlık