Uzun süredir beklenen Avatar’ın ikinci filmi bu Aralık’ta vizyona girecek. Eğer benim gibi filmin büyük hayranlarındansanız şimdiden kendinizi sinema salonunda James Cameron’un muhteşem yönetmenliğinde çekilen bu filmi izlerken hayal etmeye başlamışsınızdır bile.
Neden Avatar’ın İkinci Filmi Bu Kadar Gecikti?
İlk filmin 2009’da çıkmasının ardından ikinci filmin bu kadar gecikmiş olması birçoğumuzu meraklandırdı. İkinci filmin neden bu kadar gecikmiş olduğu sorusunun cevabı, Avatar filminin aslında bizlere ne anlatmak istediği ve bizlerde neyi uyandırmak istediği sorusunun altında yatıyor. Avatar yalnızca bir bilim kurgu filmi olmanın çok üstünde bir yapım. Film sırasında günümüzde vuku bulmuş uygarlık seviyesinin ne kadar düşmüş olduğu, kapitalizmin taşındığı boyut, imperyalizm, insanların para ve güç uğruna her şeyi yapabilme yetisine sahip olduğu çokça duruluyor. Filmin ilk dakikalarında insanların maskelerle dolaştığı, şehrin led ışıklarla aydınlatıldığı, teknolojik açıdan oldukça gelişmiş ve kalabalık bir şehir görüyoruz. Bu şehir; yeşilin kalmadığı, insanların yalnızca zevk para ve güç uğruna savaştığı, rekabet ettiği, birlik bilincinden çok uzak bir şehir. Aynı zamanda yine filmin ilk dakikalarında televizyonda veriler haberler de hemen dikkat çekiyor: Nesli tükenmekte olan hayvanlar.
James Cameron aslında bize olası bir gelecek gösteriyor filmin başında. İnsanın var olan tüm doğal enerji kaynaklarını tükettiği ve enerji krizinin patlak verdiği bir gelecek. Bu olası, iç karartan geleceği gösterdikten sonra aslında özümüzün ait olduğu ve içten içe özlemini çektiğimiz Pandora’ya uçuruyor bizi bir uzay aracılığıyla. Filmin en etkileyici taraflarından biri olayların ve mekanların gerçekten izleyiciyi her yönden içine çekip, oradan oraya sürükleyebilen, gördüklerinizi duyularınızda hissedebilecek kadar gerçek, ama aslında bir o kadar da yanılsama olması. Pandora, doğanın olduğu gibi korunduğu, insan ve doğanın ayrı iki form değil de tamamen iç içe olduğu, her şeyin arasında zaten var olan bağın Pandora’da yaşayan Navi halkının günlük yaşamına her açıdan yansıdığını gördüğümüz bir gezegen. Pandora öyle bir yer ki oraya ait olabilme düşüncesi bile insana anlık bir huzur veriyor. James Cameron’un aslında filmde yaşattığı, filmi farklı kılan ve bu kadar geniş bir seyirci kitlesine ulaştıran özelliği de bu: Filmin duyulara çok nazik ama çok güçlü bir şekilde hitap ediyor ve Pandora gibi bir gezegenin hasretini hissettiriyor oluşu. James Cameron, birinci filmin neden bu kadar tutulduğuyla ilgili şöyle diyor:
“İlk filmde üçüncü bir seviye var. İzlediğiniz o dünyada olmak istiyorsunuz ve orada güvende olacağınızı hissediyorsunuz. Filmdeki uçma sahnesinin hissettirdiği özgürlük ve heyecan hissi ya da toprak kokusunu burnunuza getiren bir orman… Bu ancak duyularınızda ulaşabileceğiniz bir seviye. Bu seviye, ilk filmin ruhunda yatıyor.”
Birinci film insanlarda böyle bir etki yaratınca James Cameron bu etkinin diğer filmlerde de var olmasını istiyor.
“Biz ikinci ve üçüncü film için birçok senaryo yarattık ve reddettik çünkü bu senaryoların hiçbiri bizi bir yerden alıp başka bir yere götürebilen, bizi gözü açık hayal ettirebilen, istek ve umut uyandırıcı bir hissiyat vermedi.”
Yani filmin bu kadar ertelenmesinin önemli sebeplerinden biri, senaryonun istenilen hale getirilememiş olması. James Cameron insanların birinci filmde hissettiklerini serinin diğer filmlerde de uyandırmak istediğinden bu filmler için çokça senaryo yazılıp silinmiş. Bu kadar üzerine uğraşılmış ve özellikle böyle bir amaç için uğraşılmış ikinci Avatar filmini izlemek için çok heyecanlı olduğumu söyleyebilirim.
Peki Avatar Neden Sadece Bir Bilim Kurgu Filminden İbaret Değil?
Yazımın başında Avatar’ın bir bilim kurgu filmi olmaktan çok öte olduğundan bahsetmiştim. Uzunca ve ayrıntılı bir film incelemesi yapmak istemememin yanında o kadar yetkili bir film yorumcusu olmadığımı da eklemeliyim. Avatar’ı ilk çıktığı yıl yani 2009’da izlemiştim ve sonrasında farklı sebeplerden ötürü filmi birçok kere izledim. Bu yazıyı yazmaya karar vermemle birlikte filmi yeniden hatırlattım kendime. Filmi başlarda beni defalarca izlettiren şey ne olmuştu, bilmiyorum. Filmde aradığım neydi, aradığımı henüz bulabildim mi veya bulduğumu içselleştirebildim mi bu soruların cevaplarını da bilmiyorum ama galiba James Cameron’un bahsettiği ve filmde yaratılan o üçüncü seviye beni tekrar tekrar bu filmin başına oturtturan unsurdu. Sanki filmi özlüyordum ve bir süre sonra yeniden izleme ihtiyacı hissediyordum. Avatar’ı yalnızca bir bilim kurgu yapmayan şey filmde geçen her sahnenin çok katmanlı oluşu ve birçok altbaşlığın içine yerleştirilebiliyor oluşu. Filmi her izlediğinizde daha önce fark etmediğiniz yeni bir şeyi fark ediyorsunuz. Filmi her izlediğinizde daha önce fark ettiğinizi farklı bir biçimde yorumlayabiliyorsunuz. Senaryo açısından çok derin oluşu ve her izleyişinizde filmin daha da derinliklerine kazabildiğiniz ve yeni ganimetler bulabildiğiniz bir yapım olması Avatar’ı yalnızca bir bilim kurgu olmaktan çok daha öte bir mevkiye yükseltiyor. Bu filmde bilim, spiritüalizm ile karışmış spiritüalizm ise politikayla iç içe girmiş… Hepsi birbiriyle dengeli bir biçimde harmanlanmış, tüm bunlarla ilgili çok önemli ve derin mesajlar içeren bir yapım, Avatar. Film Dünya’da yaşanan bir enerji krizi sonucunda Pandora gezegeninde bulunan ve çok pahalı bir enerji kaynağı olan unobtainium maddesinin ele geçirilmesi amacıyla Pandora’ya olan yolculukla ile başlıyor. Jake Sully’nin filmin başında Pandora hakkında şu sözleri dikkat çekiyor: “Up ahead, there is Pandora.” yani “Üstümüzde, Pandora var.”. Daha filmin en başından, Dünya’dan ve Dünya gezegenindeki bozulmuş, yıpranmış, yapaylaşmış olan bu düzenin ve bilincin çok üstünde bir gezegen olan Pandora’nın habercisi oluyor bu replik. Günümüzde sürüp giden bu bozulmaya, doğayla insanın iki ayrı kutuplara yerleştirilmesine karşı sessiz bir çığlık yerine geçiyor filmdeki bazı replikler. Bunlardan bir tanesi ve benim tüylerimi diken diken eden sahnelerden biri Jake Sully’yi Navi’lerin arasına kabul eden Tsahik’in (filmde Tsahik, Eywa’nın isteklerinin yorumlayıcısı olarak geçiyor) Jake’e söylediği şu sözler: “Kızım sana bizim yolumuzu gösterecek. İyi öğren, Jake Sully. Sonrasında, içinde bulunduğun deliliği iyileştirebilecek miyiz, göreceğiz.” Film boyunca insanların nasıl bir delilik içinde olduğundan ve hem toplum hem de doğa üzerinde nihai gücü elde etmek uğruna insanın kendinden ve birliktelikten ne kadar uzaklaşıyor olduğu üzerine bir çok atıf var. Ayrıca, film boyunca Navi halkının doğayla ne kadar iç içe ve uyumlu yaşadıklarını görebiliyoruz. Daha doğru ifade etmek gerekirse bu uyum yalnızca doğa ve insan arasında değil, var olan her şeyin arasında. Bir diğer deyişle: “yaşayan her şeyin arasında akıp giden bir enerji ağı…”
Avatar, her sahnesinin detaylıca düşünülmüş olduğu efsane sayılabilecek bir yapım. Film boyunca içinden akıp geçmekte olan o duruluğu ve ahenki filmin her sahnesininde hissedebiliyorsunuz. Söylenmeye çalışılan, insanlarda uyandırılmak istenen bir çok mesaj var. Filmin dünya çapında bu kadar beğenilmesi, uyandırılmaya çalışılan bu mesajın yavaş yavaş ayaklandığının göstergesi mi acaba, sorusu da tüm dünya adına bir umut vadediyor.