Selamlar,
Umarım herkes neşe dozunu düzenli olarak alıyordur. Amacım keyif polisliği yapmak değil elbette ancak bugün tam da “Yaa burası biraz sıkmıyor mu sizi de?”, “Şehri terk etmek lazım abi yaaa!!!” şeklinde bol ağız yaymalı ve keyfe koşmalı bir güne uyanmışken sizi gevşek bir seyahate çıkarmak isterim. Sevgili okuyucu artık biz, “biz” olmuşuzdur diye umuyorum. Tam da bu kolektif sevgi akışı ve kaçış psikolojisi üzerinden size müthiş sayılamayacak karamsar bir dönemde, ceketini alıp “şehri terk eden” bir grup deli insandan bahsedeceğim. Spesifik olmak gerekirse: Hazırsanız 68 Hippie Kuşağı’ndan süzülüp okyanus kıyısında keyif çatmayı arzulayanların mesken edindiği Taylor Camp’e gidiyoruz.
Mekanımız Hawaii, Kauai adası ve tek kuralımız: Biraz rahatlayın bebekler yaa! Coşku dozunu fullemiş insanlardan müteşekkil bu adayı anlatmadan önce biraz dönemin şartlarından söz etmek istiyorum. Hiç merak etmeyin, vize haftasının kasveti yanağımızdan makas alırken size akılda fazladan yer tutacak bilgi yüklemesi yapacak değilim. Hafiften atmosferi tahayyül edebilelim istiyorum yalnızca. 1960’lardayız ve ABD’nin Vietnam’a asker göndermesi, üstüne devrimci lider Malcolm X’in öldürülmesi ve siyahi birliğinin başına gelen Martin Luther King’in “Bir Hayalim Var” isimli söylevi gibi tarihi olaylarla bu dönemin karman çorman atmosferini bir nebze de olsa anlayabiliriz. 1963’te ABD’nin Vietnam Savaşı’na dahil olmasından yaklaşık 6 yıl sonra, mevcut durumun karamsarlığı tam gaz artmaya devam ediyor ve savaş karşıtı protestolar da şiddetleniyor. Tabii bu protestolar, özgürlük aşığı ve antimilitarist bir modelin hippiler arasında giderek yaygınlaşmasına da katkı sağlıyor.
Aşk, sevgi, özgürlük ve barış üzerine bolca (bazen ayık bazense bulanık ve saykodelik) kafa yoran bu ekibin savaş karşıtı tutumu ve muhalefeti de dönemin en façalı hareketi oluyor. Ancak her faça iz bırakır gibi iddialı ve gereksiz bir cümleyi ekleyerek belirtmeliyiz ki, bilhassa üniversitelerde savaş karşıtı olanlarla hükümet destekçileri arasındaki çatışmaların şiddeti alev alev hâle geliyor. Yalnızca üniversiteli gençler arasında değil, tüm dünyada antiamerikancı bir perspektif oluşup ABD’nin savaşa dahili sorgulansa da hippielerin somut olarak gösterdiği direnişleri bir düşünce biçiminden yaşam tarzına dönüşüyor. Öyle ki bu direnişleri gereği tüm faşist yapılanmalara karşı çıkıp özgürlüğün kendi içlerinde olduğunu savunuyorlar. Herhangi bir siyasi sistemle işleri yok. Tam da bu sebeple üniversitelerde baş gösteren hiddetli çatışmaların dozu silahlanmayı gerektirince “Barış diyoruz, özgürlük diyoruz… Başlarız böyle işe!” nidalarıyla tepkilerini koyup sahip oldukları bu kan fışkırtma efektli hayatı terk ediyorlar.
Böyle söyleyince cümbür cemaat bir terk-i diyar hayallemeyin. Üçün beşin hesabı yapılmaz ama Hawaii’ye geçen yaklaşık bir düzine insana Elizabeth Taylor’ın kardeşi Howard Taylor ev sahipliği yapıyor. Adanın güzide bir yerindeki arazisini kamuya açık bir kampa dönüştürüyor. Bizim göçmen, barış yanlısı, sempatik hippie ekibimiz de beleş konaklama imkanı bulunca hop yerleşiyor.
Ne elektrik var ne de sivil hayata ilişkin bir şey fakat keyifler gıcır yaşam devam ediyor. Nereden baksak iddialı bir yaşam tercihi ancak ada sakinlerinin sayısı da kavganın gürültünün arasında her geçen gün artıyor ve kamptaki yaşam komünal bir hâl alıyor. Bambulardan yaptıkları evlerde yaşayan topluluğa doktorluk, öğretmenlik ve avukatlık gibi mesleklerden insanlar da katılınca bu komünal yapı giderek tamamlanıyor.
Ancak sürdürdükleri özgürlükçü yaşantı gereği yaşam tarzları toplumda çok uç kabul edilecek bir tarzda sürdüğü için yerel halk da “alışılmadık olandan korkacaksın” refleksiyle ada sakinlerine bilenmeye başlıyor. Sonuçta hippie ekibimiz her ne kadar Erich Fromm’un deyimiyle barışa, aşka ve diğer tüm kavramlara ilişkin inandıkları değerlere sahip çıkıp tarihin en tutarlı hareketlerinden birine mensup olsa da “tuhaf” alışkanlıkları var. Kendi toplulukları içinde süregelen alışkanlıklarından dinledikleri psikedelik müzikler, benimsedikleri cinsel devrim ve değişen bilinç durumlarını algılamak için kullandıkları uyuşturucular dışardan bakan insanları korkutuyor.
Günümüzde hippie kültürünün sahip olduğu değerler popüler kültürde sıkça yer edinse ve ekibin benimsediği kültürel ve inanç boyutundaki çeşitliliklerle spiritüel anlamda Doğu felsefesiyle öpüştürdükleri tüm batılı kavramların pop versiyonları yayılımına devam etse de o dönemin şartlarında kamptaki günlük yaşantıyı garipsemek oldukça normal duruyor. Kampta aileler yaşasa da giyinik dolaşmanın bir tercih olduğu ve uyuşturucuların su gibi aktığı bu marjinal oluşum pek çok söylentiye sebep oluyor.
Birkaç “ucube”nin yaşadığı bu ada için de yetkililerin ve yerel halkın baskısıyla, hâliyle, tahliye kararı veriliyor. Devlet tarafından el konulan ada, yerel yetkililerce 1977’de boşaltılıyor ve de geri dönemesinler diye tüm bambudan, çerden çöpten yapılmış yerleşkeler yakılıp yıkılıyor. Alan devlet parkına dönüştürülüyor ve gelişmemiş bir hâlde kalıyor. Kampüs isyanlarından, silahlanmadan, polis şiddetinden kaçan ekibe yaklaşık 8 senenin sonunda tatsız bir sürpriz yapılmış oluyor.
Kamptan geriye kalan bir şey yok gibi görünse de ekibe bu sefer tatlı bir sürpriz John Wehrheim’dan geliyor. O dönem kampta bulunmuş olan Wehrheim’ın çektiği fotoğrafları derleyip film yapımcılarına göndermesiyle süreç bir belgesel hâlini alıyor ve insanlar bahsi geçen komünal yaşamdan haberdar oluyor. Sözün özü garip her yerde garip! Mağdur edebiyatımızı da yazıya iliştirdiğimize göre bugünlük bu kadar diyelim sevgili okuyucu.
Hoşça kalın, güzellikle kalın…
Yetmedi, esenlikle kalın!
“Skippin’ through the lily fields I came across an empty space,
It trembled and exploded, left a bus stop in it’s place.
The bus came by and I got on, that’s when it all began,
There was cowboy Neal at the wheel of the bus to never ever land.”
-Grateful Dead, “That’s It for the Other One”
https://www.buzzfeednews.com/article/mbvd/hawaii-kauai-hippies-treehouses-taylor-camp
https://www.smithsonianmag.com/travel/flower-children-on-the-north-shore-of-kauai-1065646/?no-ist