Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşunun 52. yılı sebebiyle düzenlenen törene AYM başkanının yapmış olduğu açıklamalar damga vurdu. Haşim Kılıç’ın yapmış olduğu konuşma AYM’nin kurumsal kimliğiyle örtüşüyor olması ve bu kurumun marka değerini korumaya devam etmesi de dikkatlerden kaçmadı. Zira geçen 52 yılın aksine her ne kadar anti-demokratik güç odakları el değiştirmiş olsa da değişmeyen tek şeyin vesayet olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
Öncelikle AYM’nin bu marka değerini nasıl oluşturduğuna bakalım. 1950’li yıllarda yapılan seçimler açıkça gösterdi ki bizim milletimiz henüz demokrasiye hazır değil ve bu ülke ağzı çorba kokan siyasetçilere emanet edilemez. Bizim milletimiz celladına aşık olduğu için milletin iradesiyle ülkenin yönetilmesinin de bu ülkenin değerleriyle bağdaşmayacağı açıktır. Dolayısıyla bu ülkede verilecek kararlar halkın iradesi doğrultusunda değil bir avuç insanın istediği doğrultuda olmalıydı. Dolayısıyla karar mekanizmalarının demokratik çercevede işlemesine izin vermek mümkün değildi. Tam da bu noktada askeri ve sivil bürokrasi devreye girdi ve kendi vesayetini oluşturdu. Oluşturulan vesayet öyle bir vesayet ki eğer işler onların istediği doğrultuda gitmezse hem günü gününe müdahale şansı veren kurumları olan; hem de sistemi tamamen değiştirecek yani darbe yapacak meşruiyete de sahip… Anayasa Mahkemesi de bu düşüncenin ürünlerinden bir tanesi olarak incelenebilir. Belirttiğim gibi marka değerini oluşturmak için kendini neredeyse tüm sistem dışı partileri kapatmaya adamış; beğenmediği cumhurbaşkanı adaylarını seçtirmemiş hatta başörtülü kadınların üniversitede okuyabilmesinin bile önünü kapatmıştır. Sayın AYM başkanları da gerekli insiyatifi almış yeri geldiğinde ana muhalefet partisi liderliğini üstlenmiş hatta gerekli gördüğü durumlarda anayasa kitapçığı fırlatmak suretiyle ülkenin ekonomik krize sürüklenmesini sağlamıştır.
Konuyu Haşim Kılıç’ın 25 Nisan günü yaptığı konuşmalar bağlamında değerlendirdiğimizde de yapılan konuşmanın içeriğinin de üslübunun da kurumsal kültürü doğrudan yansıttığını görmek mümkün. Sayın Haşim Kılıç’ın 10. cumhurbaşkanımızdan ilham aldığını çok açık. Sözgelimi sayın Ahmet Necdet Sezer aynı yolu izlemek suretiyle muktedir olmuş; daha önceleri genelkurmay başkanlığının bir üst rütbesi olarak görülen cumhurbaşkanlığını artık AYM başkanlığının bir üst makamı olarak kafalarda yer etmesini sağlamıştı.
Cumhurbaşkanını tarafsız olması gibi içi boş bir kavrama dayanarak sözde siyaset dışı bir aday olarak göze çarpmaya başlayan Haşim Kılıç’ın 25 Nisan itibariyle resmi olarak seçim çalışmalarına başladığını söylemek mümkün. Görülen o ki sayın Kılıç şartlar uygun olursa cumhurbaşkanlığı için adaylığını açıklayacaktır.
Hazar Başar
Yazınızı okudum ve kafama takılan birkaç noktayı sizinle paylaşmak istedim:
1) ‘Marka Değeri’ şeklinde bir ifade kullanmışsınız. Küçük bir araştırma yaptıktan sonra marka değerinin, marka sahibinin bir markanın kullanımından sağlayabileceği gelecekteki tüm finansal girdilerin bugünkü değerini ifade ettiğini gördüm. Bu tanımdan yola çıkarak mecaz anlamında kullandığınızı düşündüğüm bu ifadede marka değerinden tam olarak ne kastettiğinizi, marka sahibinin bu durumda kim olduğunu, geniş ölçekte nasıl bir kazanımdan söz ettiğinizi ve Anayasa ile egemenlik kullanımında yetkili kılınmış bir yargı organını hangi bağlamda marka değeri oluşturmakla itham ettiğinizi anlayamadım.
2) Anayasa Mahkemesi’nin (Anayasa Konseyi gibi değişik adlandırmalarla da olsa) veya anayasal güvenceyi sağlamaya yönelik kurulan farklı bir Yüksek Mahkemenin demokrasiyi benimsemiş bir devlet tarafından vazgeçilmez olduğu kanaatindeyim. Bununla birlikte mahkeme üyelerinin nasıl seçildiği konusu her zaman tartışma konusu olabilir. Fakat bu da bir yargı organının değil yasama organının ilgilenmesi gereken bir sorundur. Bu bağlamda kurumsal olarak Anayasa Mahkemesi’ni nasıl bir vesayet sisteminin ürünü olarak gördüğünüzü anlayamadım. Kastettiğiniz Anayasa Mahkemesi’ne yasama organı tarafından seçilen üyelerin tutumu muydu? Eğer böyleyse kurumsal bir genelleme ne kadar doğrudur? Eğer yine böyleyse esas eleştiri hedefinizin dönemin veya dönemlerin yasama organları olması gerekmez miydi? Ya da kişisel olarak dönem üyelerine ve aldıkları kararlara yönelik bir eleştiri daha doğru olmaz mıydı?
3) Sistemi tamamen değiştirebilecek ve bunun meşrû kılabilecek bir vesayet sisteminin ürünü olarak görmüşsünüz Anayasa Mahkemesi’ni. Hukuka aykırı veya tamamen kendi görüşünüze ters bulduğunuz Anayasa Mahkemesi kararlarından sistemi değiştirmeye yönelik olduğunu veya bunu desteklediğini düşündüğünüz bir tanesini örnek gösterebilir misiniz? Mümkünse künye bilgileriyle paylaşırsanız daha detaylı inceleme fırsatı bulabilirim.
4) Anayasa kitapçığı fırlatma olayıyla kastettiğiniz ismin Ahmet Necdet Sezer olduğunu tahmin ediyorum. Bu olay yaşanırken Ahmet Necdet Sezer, Anayasa Mahkemesi Başkanı değil, Cumhurbaşkanı idi. Dolayısıyla her ne kadar tersi olsa dahi genelleyici bir yorumu kabul etmesem de şu halde Anayasa Mahkemesi ile organik bir bağı olmadığı için konuyla olan bağlantısını kuramadım. Oldukça yanlış bulduğum bu hamlenin yazınızı destekleyen tarafı nedir?
5) Tarafsızlığından şüphe ettiğiniz ve geçmişteki vesayet sisteminin ürünü olarak gördüğünüz Anayasa Mahkemesi için önerdiğiniz çözüm yolları var mıdır? Varsa nelerdir? Tüm sorunlarınız kurumsal olarak hedef aldığınız Anayasa Mahkemesi’nin kurumsal kimliği ve varlığı ile ilgili midir? Yoksa eleştirdiğiniz esas olarak Anayasa Mahkemesi’nin yanlış bulduğunuz kararları mıdır?
Üzülerek belirtmem gerekir ki önemli ve değerli bir eleştiri yapabileceğiniz halde biraz eksik ve yüzeysel bir değerlendirme yaptığınızı düşünüyorum. Tabi bu düşüncelerim değişime ve yeni fikirlerin etkisini açıktır. Bunun için yukarıda belirttiğim noktalara yapacağınız geri dönüşü bekliyorum.
İsmail Noyan
öncelikle nazik tavrınız ve detaylı sorularınız için teşekkür ederim. Amacınızın hakikaten yazının ne söylemeye çalıştığını anlamaya yönelik olduğum için nezaket kuralları çerçevesinde sorularınızı cevaplamaya çalışacağım.
1-)”Haşim Kılıç’ın yapmış olduğu konuşma AYM’nin kurumsal kimliğiyle örtüşüyor olması ve bu kurumun marka değerini korumaya devam etmesi de dikkatlerden kaçmadı.” Cümlenin tamamı okunduğunda sizin de belirttiğiniz gibi marka değerinin mecaz anlamda kullanıldığı açıktır. Bunun dışında belki kaçırdığınız nokta aynı zamanda iğneleyici bir anlam da yüklemiş olmamdır. Zira marka değeriyle kastettiğim AYM ile ilgili olan olumlu görüşlerden ziyade bu kurumla ilgili süregelen eleştirilerdir.
2-) Anayasa Mahkemesinin gerekliliği ve Türkiye’deki tarihi ayrı bir tartışma konusu bu yazımda o konuyla ilgili çokda bilgi vermek niyetinde değildim lakin görüşlerimin anlaşılabilmesi adına kısaca şunu belirteyim ki: Tarihi olarak Anayasa Mahkemesinin ortaya çıkışı yasama organının ya da halkın iradesi sonucu olmamış; yapılan darbe sonrasında ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla yasama organını suçlayabilmek bu açıdan mümkün görünmüyor. Bu noktaya ek olarak AYM üyelerinin seçimiyle ilgili 1982 anayasasına göre (referandumdan önceki hali dikkate alındığında) yasama organının doğrudan ya da dolaylı olarak hiç bir şekilde bu üyelerin atamasında söz sahibi olmadığını görüyoruz. Keza referandum sonrasında dahil sadece 3 üyenin seçiminde dolaylı olarak söz sahibi olabilmiştir. Tüm bu anlattıklarım yasama organının ne AYM’nin ortaya çıkmasında ne de şu an ki yapısında bir etkisinin olmadığının göstergesidir.
3-) “Tam da bu noktada askeri ve sivil bürokrasi devreye girdi ve kendi vesayetini oluşturdu. Oluşturulan vesayet öyle bir vesayet ki eğer işler onların istediği doğrultuda gitmezse hem günü gününe müdahale şansı veren kurumları olan; hem de sistemi tamamen değiştirecek yani darbe yapacak meşruiyete de sahip…” Bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere AYM günü gününe müdahale edebilecek kurumlardan birisi tıpkı MGK gibi. Bunun örneklerini de yakın tarihimizde mevcuttur. AYM’nin 367 kararı ve MGK’nin 28 Şubat dönemimdeki vesayeti incelenebilir daha ayrıntılı bilgi için.
4-) hem 61 hem de 82 anayasalarının öngördüğü “tarafsız cumhurbaşkanı” sivil ya da askeri bürokrasi içinden gelmeliydi, böyle hesaplanmıştı. Sözgelimi Cemal Gürsel,Cevdet Sunay, Fahri Korutürk, Kenan Evren ve Ahmet Necdet Sezer cumhurbaşkanlığına bu şekilde gelmişlerdir. Türkiye vesayetlerden kurturma cabası verdiğı son 10 yılda dahi bu antidemokratik yapının pençesinden kendini tam anlamıyla kurtarabilmiş değildir mesajını verebilmek adına sayın Sezer’in AYM başkanlığından cumhurbaşkanlığına olan yolculuğunun bazılarına Haşim Kılıç için de neden olmasın umudu verdiğimi düşündüğüm için böyle bir örneklemeye gitmek istedim. Ayrıca yapmaya çalıştığım sadece AYM başkanlarını eleştirmek değil tüm vesayet kurumlarını ve temsilcilerini eleştirmekti dolayısıyla teorik mana da sizin gibi düşünmeme rağmen- yani genellemelere karşı olmama rağmen- maalesef Türkiye’deki vesayet kurumları benim bile kendimle çelişmeme sebep oldular.
5-)Öncelikle AYM ya da benzeri kurumların demokrasi için zorunlu olduğunu düşünmüyor. Mutlaka denge mekanizmaları olmalıdır fakat bu herhangi bir erkin başka bir erk üzerinde vesayetine dönüşmemelidir. Zira teknik olarak bakıldığında da Hollanda, İngiltere gibi demokratik değerleri en az tartışılan ülkelerde anayasa mahkemesi olmadığı da görülmektedir. Türkiye özelinde düşünüldüğünde ise AYM gibi bir kurumun bulunması ve kanunların anayasaya uygunluğunu denetlemesi gerekli görülebilir ve akademik olarak da pekala savunulabilir. Her ne kadar düzgün işleyen bir anayasa mahkemesi demokratik düzenle bağdaşabilsede ben şahsi kanaat olarak mahkemesiz bir demokratik sistemin taraftarıyım belki de sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer misalidir…
Umarım yeterince açık cevaplar verebilmişimdir. Bazı noktalarda çok da fazla ayrıntıya girmek istemedim zira yoğun bi dönemde olduğum için çok fazla vakit ayıramayacağım buraya. Ama Türkiye’ye döndüğümde daha derinlemesine konuşmak ve yazdıklarımı daha da temellendirme şansı bulmak ve gerekirse sorularınıza cevap vermek beni mutlu edecektir. İyi çalışmalar iyi okumalar dilerim…