İslam’ı ahlakın kaynağı olarak gören Recep Tayyip Erdoğan, devlet politikasında bu doğrultuda hareket etmekte ancak bir zamanlar siyasal İslam’a karşı olduğunu ifade etmiş. Erdoğan’ın kişi laik olamaz, devlet laik olur söylemi bana göre totaliter ve faşist bir söylemdir. Erdoğan’ın söylemi şu şekilde: Aynı anda laik hem de Müslüman olunamaz. Elbette Erdoğan bu ikinci açıklamayı yaptığı için çok eleştirildi. Erdoğan’ın siyasal İslam mensubu olduğu düşüncesiyle laikliğe karşı olduğu yönündeki eleştiriler mevcudiyetine hala korur. Belki de Erdoğan’ın aklından geçen, kendilerini ‘laik’ olarak algılayanların İslam’ı bir ahlak kaynağı olarak kabul etmedikleri, dindarların ise İslam’ı bu ışıkta algıladıklarıydı. Bence bu anlayışa göre ya laik olmamak için dindar olacaksınız ya da dinsiz veya ateist olacaksınız, o zaman laik olmaya hakkınız var. Burada “laikler dinsizdir” söylemi dolaylı olarak empoze edilmiştir.
Erdoğan’ın devlet politikası, devlet-din ilişkilerine dengeli yaklaşımıyla belirlenmişti. O ve maiyeti geleceğe Osmanlıcılıkla umutla bakmayı tercih etti. Erdoğan liderliğindeki AKP, Türkiye’de geleneksel değerleri ve otorite yapılarını korumaya çalıştığını bazıları söyler. Bu bağlamda aile, Osmanlıcılık ve dindarlığa özel önem verildiğini iddia ederler. Erdoğan ve AKP’nin istediği toplumsal bir muhafazakarlık düzeyiydi ve politikalar bu şekilde geliştirildi. 2004 yılında zinanın yeniden suç sayılması girişimi ve 2002 yılında başörtüsü yasağının kaldırılması buna önemli örnekler olarak verilebilir.
Bunlara ek olarak Erdoğan’ın insan laik değildir, devlet laiktir açıklamasına birkaç cümle demek istiyorum. Devlete özgü bir nitelik olarak kabul edilen laiklik için bireyden bağımsız bir devlet düşünülemez. Devleti aktif kılan insanlardır ve bu kişilerin en azından devletin görev ve yetkilerini yerine getirirken laik olmaları gerekir. Ancak bunun da ötesinde, Erdoğan’ın da katıldığı din ve vicdan özgürlüğü temel hakkı, kişi devlette görevli olmasa da, halkın mensubu olsa bile hem laik hem de dini olabilir. Ancak hemen belirtmeliyim ki başta da belirttiğim gibi Erdoğan’ın bu söylemine bakış eleştirildi ve kendi kesimince ona genel bakışı siyasal İslam’a katılmayan, dine, Osmanlı’ya ve aileye büyük önem veren bir fikir babası olduğu yönündedir.
Özal ve Erdoğan, ikisi de radikal İslam savunucusu olmasalar da, bunun siyasi istikrar için elverişli olduğu görüşündeler. Ancak bu bir noktada Erdoğan’ın görüşünde ayrılıyor: “Erdoğan’ın demokrasinin amacının “haklı” ve “haksız” olana Allah’ın rızasını bulmak olduğu inancı ve bununla bağlantılı cemaatleşmiş dindarlık ideali Türkiye için pekiyi olmayabilir.
Demokrasi kavramı çerçevesinde ise Erdoğan, diğer konularda da başardığı gibi, bir yanda kişisel dindarlık ve ahlak ile diğer yanda toplumsallaşmış dindarlık ve ahlak arasında bir orta noktaya ulaşırsa, Türkiye’de demokrasi ahlaki çoğunluğun egemenliğine doğru sürüklenmeyecektir…(Heper) 153)
Özal, uzun süredir devam eden cumhuriyet politikalarını sorguladı. Devlete bağlı olmayan dindar iş adamlarının gelişmesine katkıda bulunan ve ekonomide değişiklik yapan Özal’dı. Erdoğan ise peş peşe seçimleri kazanırken toplumun dindar yüzü olarak iktidardaydı ve toplumda homojen bir muhafazakar “bölüm” ya da “bütün” yaratmaya çalıştı. Özal liderliğindeki siyasi parti (ANAP), dönemin diğer partileri tarafından din odaklı bir parti olarak algılanmadı. Ancak Erdoğan yönetimindeki AKP, dini eğilimli bir parti olarak görülüyordu. Bunda iki şahsiyetin yaşam tarzlarının da etkisi olabilir: Özal yarı dini bir hayat yaşıyordu, Erdoğan ise dini bir hayat tarzına sahipti. Sonuç olarak Erdoğan, Cumhuriyet düzenine Özal’dan daha büyük bir tehdit oluşturdu. Dolayısıyla bu kuruluş, Özal’a kıyasla Erdoğan için hayatı çok daha zorlaştırdı. Cumhuriyet düzeninin gözünde, Erdoğan’ın hiçbir meşruiyeti yokken, Özal’ın büyük bir meşruiyeti vardı. Bu nedenle Cumhuriyetçi müesses nizamın Özal hakkındaki çekinceleri, o müessesenin Erdoğan için sahip olduğu çekincelere kıyasla nispeten daha az kritik meseleler hakkında olmuş olmalı.(Heper 155). Her iki tarafın da kurulmasından önceki tarihsel arka plana bakıldığında; içinde bulundukları siyasi ortamı, halkın beklentilerini ve ekonomik durumu göz önünde bulundurarak onları daha kapsayıcı, daha yenilikçi ve içinde bulundukları siyasi süreçle örtüşmeyen adımlar atmaya itmişlerdir. ANAP, 12 Eylül askeri darbesiyle kapatılan tüm siyasi partilerin tabanına hitap eden, merkez sol, merkez sağ, milliyetçi ve muhafazakar kesimleri içeren bir söylemle kendisini liberal muhafazakar olarak tanımladı. AKP ise önündeki siyasi istikrarsızlığı ve muhafazakar kesimin taleplerine tepki retoriği ile cevap veren yapıyı dikkate alarak kendisini muhafazakar demokrat olarak tanımladı. Bu bağlamda her iki parti de mevcut konjonktürden hareketle kendilerini birleştirici ve bütünleştirici bir şekilde tanımlamış ve Türk siyasi hayatında sağlam bir konuma yerleştirmiştir.
Erdoğan siyasi hayatında sabırlı ve sakin iken, Özal tam tersiydi. Turgut Özal’ın ekonomi politikaları gerçekleşirken Erdoğan kamuoyuna odaklandı. Bu siyasi figürlerin her ikisi de gelenek ve moderniteyi uzlaştırarak demokrasiye katkıda bulundu. Özetle Turgut Özal ve Recep Tayyip Erdoğan merkez sağın en büyük partilerinin liderleri ve tek başlarına iktidara geldiler. Dini, muhafazakarlığı ve otoriteyi kullanarak yerlerini sağlamlaştırmışlar, alt ve orta-alt sınıfların oy tercihini adeta birleştirmişlerdir.