“Arkadaşlar ben bir anayım benim sesimi duymak zorundasınız! Beni dinlemek zorundasınız!”

Resmi tavır olarak 27 Mayıs 1995’te Galatasaray Lisesi önündeki ilk oturma eylemleri ile kabul gör(eme)seler de hikayeleri daha eskiye aitti kuşkusuz. Kamuoyunu, Hasan Ocak’ın ortadan kayboluşudan 55 gün sonra İstanbul’da bir ormanda kimsesizler mezarında bulunuşuna yönlendirmek; bu ortak hikayeleri bir araya getirmek için toplandılar. Bir kemik, belli bir mezar ve şayet yüzlerini bulabilirlerse biraz da yüzleşmek niyeti ile “her bir dilde çıkan sesleri ve ellerinde solmuş resimleri” çıktılar yola.

[box_light]“Davalarımız Zaman Aşımına Uğrasa Da Acılarımız Uğramaz”[/box_light]

1975

1975

Arjantin’de 1976-82 arası generallerce adına “ulusal uzlaşma süreci” denilen bir darbe sonrası dönemde 30.000 kişiyi kaybetmiş, kalanları hapishaneye atmış ve bir şekilde herkesi susturmuşken yönetim;  torunları ve çocukları için her perşembe 15.00’da beyaz eşarpları ile Plaza Del Mayo Meydanı’nda toplanan “Madres De La Plaza Del Mayo”dan yola çıkarak kurmuşlardı kendilerini. Bir isme ihtiyaç duyduklarından değil ama işte 18 yıldır adları “Cumartesi Anneleri”.

449 oturma eylemi gerçekleştirdiler şu ana kadar. Sessiz bir çığlıkla “faili meçhul” cinayetleri, sürmekte olan işkenceleri, çocuklarını, hikayelerini haykırdılar günden güne çoklanarak  ve ilk bir ayda polis sesi ile kırıldı çığlıkları. Temmuz 1995’teki 37 gözaltını 8 Haziran 1996 ‘Habitat II’ gözaltısı izledi. 15 Ağustos 1998’de yani 170. eylemlerini gerçekleştirecekken İstiklal Caddesi‘nde karşılaştıkları polis şiddetini aşamayıp bu eylemlerine 30 hafta ara verdiler sonra. 13 Mart 1999’da da 200. haftalarında nokta(sız)ladıkları eylemlerine 31 Ocak 2009’da bu sefer 1915 kayıp Ermeni aydınlarını da çığlıklarına katarak başladılar. Hikayenin burasında bir de annelere torunların eklenmesi var: “Davalarımız zaman aşımına uğrasa da acılarımız uğramaz.”

[box_light]“Edî Bese[/box_light]

Başlıca talepleri kayıpların devlet arşivlerinde kayıtlı akıbetlerinin açıklanması, faillerin yargılanması, Türk Ceza Kanunu’nda zorla kaybetme suçunun insanlığa karşı suç kapsamında zaman aşımına uğramayacak şekilde düzenlenmesi ve Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Gözaltında Kayıplar Sözleşmesi’ni imzalaması olan aileler Başbakan Erdoğan’la da (kısa da) olsa diyaloğa geçmişlerdir. Üstelik 2013 senesi ‘Uluslararası Hrant Dink Ödülü’ nü almışlar ve bizlerin istatistik rakamı olarak saydığımız sayıları –mezarlarını bulamasak da- bir ‘edî bese’ ile işte ete-kemiğe döndürmüşlerdi. İktidarların uluslararası görüşmelerde gündem maddeleri olmayı başarmış, Türkiye’nin insan hakları tarihinde bir köşe taşı olmuşlardı.

Berfo Kırgıbayır (Berfo Ana) 12 Eylül ile evden alınan ve bir daha geri dönemeyen oğlu Cemil Kırgıbayır için yaşına rağmen 33 yıl mücadele etti. 21 Şubat 2013'de vefat etti.

Berfo Kırgıbayır (Berfo Ana) 12 Eylül ile evden alınan ve bir daha geri dönemeyen oğlu Cemil Kırgıbayır için yaşına rağmen 33 yıl mücadele etti. 21 Şubat 2013’de vefat etti.

Oğlunun mezarını görmeden ölen Berfo Ana,  Hasan Ocak’ın annesi Emine Teyze, Fatma Anne… Önceleri çocuklarının neye inandığını bilmeyen annelerin dertleri yalnızca kendi çocuklarıydı. Ama anneler arasında -hele de acı bu kadar ortakken- örgütlü bir kaynaşımdan fazlası olarak arttı paylaşımlar. Sonunda evladını  bulan(!) anneler ”Daha bitmedi çocuğumun arkadaşları nerede, diğer evlatlarım nerede?” diyerek kopmadılar birbirlerinden. Paylaşılan hikayelerin bir kez daha insanları birbirinin evi yaptığını izlerken biz; anneler hikayelerin ötesine geçtiler. Türkçe öğrenmek, çocuğunun okuduğu başta olacak şekilde bir şeyler okumak, mutfaktan çok atölyelerde ve vakıflarda bulunmak, “gün” toplantılarına kek tarifinden ziyade politika, tarih ve hatta felsefe katmak… İşte tam da bu noktada en basit haliyle vuku buluyordu. Eylemlere katılıma tepki gösteren ‘er’i yıkıp geçmek, kızını kavganın ortasında büyütmek; saldırı anında polise takınılan tavır kadar kendiliğinden, içten ve bir tuhaf geliyordu.  Eylem pratiklerini tıpkı isyan kavramları gibi içlerinden çıkarıyorlardı. Eşi olmadan bir başka köye geçemeyen bu kadınlar, anneler; eşlerini, kendi kültürlerini aşıyorlar kendilerini adeta yeniden doğuruyorlardı. Aslında bu kadınlar, kadınlarımız (kadınlığımız) çocuklarından doğuyorlardı…

 

 

[box_dark]KAYNAKÇA[/box_dark]

Leave a Reply