Serimiz devam ediyor. Sırada 2. türümüz var:
Sosyal Kapitalizm
Sosyal kapitalizm, batı ve merkez Avrupa’da gelişmiş bir kapitalizm türüdür ve memleketi Almanya’dır. Ancak prensipleri Avrupa’nın bir çok farklı kesiminden alınmıştır, örnekler arasında Avusturya, Benelux Ülkeleri, İsveç, Fransa ve İskandinav ülkeleri vardır. Bu ekonomik model, Adam Smith’in ve Ricardo’nun formüle ettiği; klasik politik ekonominin sert ve değişmez market kurallarına göre daha esnek ve daha çıkarcı bir form üzerine eğilmiştir. Bu sisteme göre, devlet müdahaleleri yerel endüstrileri korumak ve yabancıların sert ve güçlü rekabetçiliğinin yıkıcılığını azaltmak için olmalıdır. Bu formun merkez teması bir sosyal market oluşturmaktır. Sosyal marketten kasıt, kapitalizmin rekabetçi marketinin sosyal birlik, beraberlik ve dayanışma içinde kendini göstermesidir. Yani kapitalizmin akıcılığı, etkinliği birey için değil de toplum için kullanılmaya çalışılmıştır.
Bu sistem, Almanya’da, endüstriyel ve finansal kapital ile; yerel bankaların çoğu hissesine sahip olduğu ticari ortaklıklar ve bankaların kendileri ile sıkı fıkı bir ilişki kurmuştur. Yani mevcut kapitalleri pasiflikten aktifliğe geçirilmesi amaçlanmıştır. Bu ilişki Alman ekonomisinin açılmasında, çözülmesinde pivot görevi görmüştür. Ayrıca bu ilişki, kısa vadeli faydalar şeklinde değil de, uzun vadeli yatırımlar olarak kendisini göstermiştir. Sistem sosyal partnerlik üzerine kurulmuştur. Ticari ittifaklar ise devletin kurduğu iş meclislerinde temsil edilmekten memnuniyet duyuyorlar, çünkü bu sayede maaşlara yapılan yıllık zam pazarlığında söz sahibi oluyorlar ki bu pazarlık, ilgili endüstriyi tamamen etkilemektedir. Kurulmuş olan bu ilişki kapsamlı ve iyi desteklenmiş refah-i hükümler içermektedir. Bu hükümler işçilere ve onlardan daha yardıma muhtaç insanlara sosyal güvence vermektedir. Sonuç olarak “stakeholder capitalism” gelişerek; işçilerin ve daha geniş perspektifteki toplumun ihtiyaçlarını hesaba katar bir hal almıştır. Bu Amerika ve İngiltere’de bulunan “shareholder capitalism” ile zıtlık oluşturmaktadır.
Sosyal kapitalizmin gücü açık bir şekilde “ekonomik bir mucize” olarak ifade edilmiştir ki bu güç savaşla mahvolmuş Almanya’yı 1960’ların Avrupa’sının lider ekonomik gücü kılmıştır. Yüksek ve durağan düzeyde kapitale yapılan yatırımların olduğu, eğitim ve alıştırmanın (education and training) özellikle mesleki ve zanaatsal yeteneklerin güçlü bir şekilde vurgulanıp önemsendiği bir sistemde; Almanya’yı, Avrupa’nın en yüksek üretim seviyesine ulaştırmayı başarmıştır.
Ama tabi ki de bütün bunlar, sosyal-market modelinin erdemlerinin global planda kabul gördüğünü göstermez. Bunu engelleyen şeylerden birisi de sistemin çok ciddi bir danışma, anlaşma ve fikir birliği gerektirmesidir. Bundan dolayı sistem bir noktada esnekliğini kaybetmektedir. Ayrıca bu gereksinimler, iş alanlarında değişen market şartlarının sisteme entegre edilmesini zorlaştırmaktadır ki globalleşen dünyada bu çok büyük bir kayıp anlamına gelebilir.
Sonuç olarak Sosyal Kapitalizm bir nevi sosyalizmin bazı özelliklerinden biraz almış ve kapitalizmi yeniden biçimlendirmiştir. Anglo-Amerikan modelinin aksine birey üzerine değil, toplum üzerine odaklanmıştır. Kapitalizmi toplum için kullanmıştır. Yerel marketlerde para sahibi olanların, bankaların aktifliği arttırılmış, dolayısıyla harikulade sonuçlar elde edilmiştir. Ancak globalleşen Dünya dediğimiz zaman sistem, durup düşünmek zorundadır. Çünkü bu sistem Amerikan kapitalizmi kadar esnek bir yapıya sahip olmadığı için yarışta geride kalma hatta yarışamama tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Serinin ilk yazısına buradan ulaşabilirsiniz.
Serinin ikinci yazısına buradan ulaşabilirsiniz.
<Kaynakça>
Andrew Heywood – Politics syf 133