Merhaba sevgili okur!  Flaneur’le daha önce tanıştın mı? Belki bu kelimenin içinden sen çıkarsın, belki de onunla arkadaş olursunuz. Gelin, birlikte öğrenelim!

Flâneur, Fransızcada ‘‘avare gezinen’’ anlamını taşıyan bir sözcüktür. Nasıl ki kuş havada, balık suda yaşarsa, o da kalabalıklarda var olur. Aşkı, işi, gücü kalabalıklardır. Bu tutkulu gezginimiz için geçici ile sonsuzun arasını mesken tutmak müthiş bir keyiftir. Evden uzak kalmak ama her yerde evinde hissetmek; dünyanın merkezinde olmak, dünyayı gözlemek ama dünyada saklı kalmak ister. Başındaki dertleri bu şekilde atmaya çalışır. Çok kıymetli yazarımız Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam” adlı romanındaki baş karakter “C.” , bu tanıma pek uyan bir beyefendidir. O meşhur alıntı Acelem yok benim, biliyorsun. Bir gün sana dünyada dayanılacak tek şeyin sevgi olduğunu öğreteceğim.”(38)   ile C. , bize modern insanın sevgi açlığıyla kalabalığa karışmasını ve o dolu bardakta nasıl tek bir damla olarak göründüğünü anlatacaktır.

 

Pencereden akıp gidişini izlediğiniz yağmur damlaları size aylak şehir gezginleri hakkında birçok şey ifade edebilir. En dibe sabırsızlıkla inmeye çalışan bir yağmur tanesi, yolunda giderken bir başka taneyle karışır ve daha hızlı çökerler. Yerlerinde bir türlü duramaz, ardı sonsuz bir bataklıktan kaçarlar. Bu yolculuğu öylesine içselleştirmişlerdir ki artık onlara “sıradan yağmur taneleri işte” demekten başka çaremiz kalmaz. Flaneur’un bilinç akışı da tıpkı bunun gibi. Düşünceleri birleştikçe birleşir, bitti sandıkça bir yenisine odaklanırlar. Bundan kaçmanın en kolay yolu da sokaklara süzülüp diğer insanların acılarıyla karışmaktır. Öyle ki, artık bu bütünleşmiş dert toplumu, içlerinde  özgünlüklerini  yiyip bitiren kimliksiz insanlar yaratmıştır. Artık onları her gördüğümüzde “sıradan insanlar işte” demekten başka çaremiz kalmaz. Kornasını ötekilerden başka öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrarlıyordu. Yaşamanın amacı alışkanlıktı,rahatlıktı.Çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyordu. Ne kolaydı onlara uymak! (28). Sarı ışığı titreyen, çevresinde avare birkaç sinek bulunan sokak lambaları , yağmur damlaları, her gün önünden geçtiğiniz kahve dükkanı, semtinizin yoğun mesai saatlerinin yükünü bıraktığı koca ve yaşlı ağaçları, adımlarından çok emin apartman kedisi artık çok tanıdıktır. Bu betimlemelerden en az biri veya ikisi bile gözünüzün önünde canlandıysa, sıradan olan aylak gezginimiz değil, dünyamızdır.

Bir döngü bu;  tanıdık, bir döngü ki bitmeyen, sürekli bulanık. Nereye gidersen git peşini bırakmayacak olan o yaşanmışlık, kilometrelerce yürüsen de geçmez flaneur.

Herkes, sıkıntılarının çoğunu bir şehre bağlar. Ya da mutlu olmanın yollarından biri o şehirden uzaklaşmaktır. Bu konuda Ankara, ne yazık ki günah keçisi olmuş bir şehirdir. Sebebi, içinde gezen dolaşan insanların sürekli yukarıda bahsedilen sıradanlıklarla karşılaşmalarıdır. Çünkü , o kişi yürüyüp geçerken düşünmektedir. Tasarladığı şeyler zihninde sürekli aynı görsellerle eşleşir. Bu şekilde bir sistemde, derdi tasayı unutmak mümkün olabilir mi? Nereden geçerse geçsin, her yer bir gece sırtında yalnızlıklarını taşıyarak yürüdüğü o sokağa benzer. Hangi derdi veya mutluluğu olursa olsun, ona eşlik eden sürekli gri binalar ve sokak köpekleridir. Ruhu bile duymadan, şehirde sanar  tüm eksiklikleri.

Ama durun bir dakika, Ankara’dan öyle ya da böyle yolu geçmiş, kalbinin kumbarasına anılar atmış insanlar neden çok seviyor burayı? Flaneur neden terk edip gidemiyor? Çünkü özgünlüğü ortak acılarından gelen bu şehri sevmek için, yaz güneşinin kuğulara döküldüğü saatlerde Kuğulu Parkta, kaval ve gitar seslerini birlikte duyduğunuz oradaki tüm insanlarla birleşmeniz gerekir. Milli Kütüphane’den 7. Caddeye yürürken karşınıza çıkan ilk büfede duyduğunuz karanfil kokulu tanıdık tütsü kokusunu duymanız ve içinizin Ankara ayazında ısınması, gününüzün yorgunluğunu bir kadeh şaraba yükleyip yolda karşılaştığınız “Ankaralılara” gülümsemeniz, sizinle Kızılay’ın tam ortasında bulunan İnsan Hakları Heykeli önünde buluşan binlerce ruh ile birlikte, kafanızda adalet esinlerinin dolaşmasını beklemeniz gerekir. Bir gün çektiğiniz sigara dumanı, içinizi dolaştığında ona eşlik eden egzoz ve simit kokusu, bırakır tüm zehirleri ciğerinize. İçinize işler Ankara. Eşiniz ve dostunuzla bir ağacın dibinde oturup yarattığınız sitemlerle güçlenirsiniz, Ankara’dan nefret ederken, yine Ankara’yı seversiniz. Aşkın ve nefretin birbirine bu kadar yakın olduğu gerçeğini kavradığınızda, bir gün Ankara’ya sırılsıklam aşık olarak bulursunuz kendinizi. Yani sevgili okurumuz, bu şehri sevdiren kendisi değil, farkında olmadan dayanışan insanlar, arkadaşlar, sevgililerdir.

Dünya Dert “Şanpiyonu” ‘ nun da dediği gibi, önemli olan birini, bir şeyi, bir şehri kendisine rağmen sevmektir. Bu yüzdendir ki Ankara’da aylak bir insan olmak pek de yaralayıcı bir durum değildir. Bağışıklık kazanırsanız, bu size haz bile verecektir. Yazıyı yazarken önümden geçip giden pembe, fırfırlı etek giymiş beş yaşında tatlı mı tatlı, bukleleri minik burnuna düşen, bana bir melek gibi gülümseyen küçük kız ile birlikte çilekli dondurmalarını yiyerek önümden geçen yaşlı çifte karşı ben, işte burada bir flaneur’um! Tüm nesillerin ortasında bir yerde, 20’li yaş krizlerimin tadını çıkarıyorum. Düşüncelerime dolan, dertlerime sahip çıkan Ankara’da acı tebessümüme her zaman yerleşecek renkler bulabiliyorum.  

Burada, tüm aylak gezginler ve kurgusal karakterler için oluşturduğum çok sevdiğim bir playlist , tarafınızdan dinlenmeyi bekliyor olacak!

Kaynakça

Aylak Adam, Yusuf Atılgan. 1959.

Leave a Reply