İslam’a ve İslam dininin özü sayılan değerlere, insan yaşamına ve insanlığın temeli sayılan değerlere verdiği önemden daha fazla önem vermeyen sözde İslam Cumhuriyeti’nden önce de bir İran vardı. Üstelik bu İran, her yönüyle günümüz İran’ından çok daha farklıydı. İran, güçlü ve saygın bir ülkeydi, üstelik bu duruma gelmesi kolay olmamıştı. Ülkenin refahı için Şah’larının öncülüğünde seferber olan milyonlarca İranlı’nın gösterdiği çabaya, her alanda başarılan işlere şahlık rejiminden sonra büyük ölçüde zarar verildi. Ülkeye hizmet edenlerin acımasızca cezalandırılmalarından, ölümlerden ve hayatta kalanların katlanmak zorunda oldukları korkunç çöküş ve baskı, siyasi özgürlük vaadiyle kandırılmış bu halkın pişmanlığı daha önce pek çok kez dile getirildi.
İslam Devrimi, kendine inanmış olanları aldattı, dayanaklarının çoğunu kaybetti. Şahlık rejimi döneminde, Ortadoğu’da barış ve istikrarın egemen olduğu ve dünyadaki hemen hemen bütün ülkelerle dostça içinde olan bu ülke, daha sonra savaşa girip kaosu yaşadı ve bugün uluslararası terörü ve dinci fanatizmi besleyen bir kaynağa dönüştü.
Dediğim gibi, İran hep şimdi olduğu gibi değildi. Şah, kan dökülmeden kalkınmayı hedeflediği Beyaz Devrim’i başlatmış, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmiş, toprak reformu gerçekleştirilmiş, eğitimde ve sağlıkta önemli gelişmeler kat edilmişti.
Yine de, ben İranlı değilim; İran uzmanı da, tarihçi de değilim. İran’ı, Devrim’den önceki barış ve istikrarı, aydınlığın düşmanları tarafından katledilenleri, size ben, yaşamışım gibi anlatamam. Ne var ki, o dönemin tanıklıkları anlatabilir. O dönemden bugüne uzanan bir tanıklık, farklı bir bakış açısı kazandırabilir:
“Ne zaman o 1979 Ocak sabahını hatırlasam, aynı derin acı gelir, yüreğime saplanır. Aylardan beri ateş ve kan içinde yaşayan başkentimiz sanki aniden soluğunu tutmuş gibiydi, insanın içini daraltan derin bir sessizlik çökmüştü Tahran’ın üzerine. O 16 Ocak günü, ülkemizden ayrılıyorduk.”
Bu tanıklık, İslam Devrimi’nin üzerinden yirmi beş yıl geçtikten sonra kaleme alınmış bir tanıklık. Şah, kansere yenik düşerek 1980’de hayata veda etti, ama eşi Farah Pehlevi, çocuklarıyla birlikte sürgün. Anılarında, bir masal gibi başlayıp kâbusa dönen hayatını anlatıyor: çocukluk yılları, evliliği, İran’daki toplumsal ve siyasal değişimi ve sürgün hayatını.
Farah Pehlevi’nin çarpıcı öz yaşam öyküsü, Atatürk devrimleri öncesi Anadolu’nun gelenekleri ve yaşamı ile benzer olan İran’ın acı ve derslerle dolu bir yakın tarihi. Çevirenin de belirttiği gibi, bana göre de Farah Pehlevi’nin kişisel öyküsü kadar, Şah döneminde gerçekleştirilen reformların bir karşı devrim süreciyle yok edildiği dönemin hikâyesi de okurlar için ibretle dolu.
İran’ın hikâyesini, bir de bir İranlı’dan, üstelik besbelli kalemi güçlü bir İranlı’dan dinleme fırsatını kaçırmamanızı dilerim, üstelik bu kitap bir dönemin eşsiz bir panoramasını sunmakta.