“Müptezeller”… İlk baskısı 2016 yılının Ekim ayında yapılmış, son Emrah Serbes kitabıdır. Dışlanmış, yok sayılmış, hor görülmüş, kayıp bir kitleyi onların dilinde tanıma imkânı veriyor. Yoklukla, yoksullukla yoğrulmuş adamları; ‘erken kaybeden’ delikanlıları; dünyaya dar gelen, kimseye eyvallahı olmayan çocukları ve onların içlerinde tutup, dışarıya atamadıkları çocukluk ukdelerini anlatıyor. ‘Bakır’ adlı kahramanın hayatından birkaç yılını, onun ağzından aktararak yapıyor bunları. Kitabın hikâyesinin, yazarının yaşam öyküsüyle kesişen pek çok yanı var. Akdeniz Üniversitesi Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksekokulu’nu yarım bırakması, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’ne başlaması… Bütün bunlar, kitabın otobiyografik bir niteliği olup olmadığı sorusunu getiriyor akıllara. Girdiği ve üzülerek çıktığı her işin sonunda, her yürek sıkışmasında, her boğaz düğümlenmesinde, yazarlıktan başka yapacak hiçbir şeyi olmadığı sonucuna varıyor Bakır. Sigortalı, emniyetli ve korku vermeyen, heyecan yaratmayan bir yaşamdan çok uzakta onun hayalleri.
Haksızlığa tahammülü olmayanlar için iyi bir haykırış niteliği taşıdığını söyleyebiliriz kitabın. Ana karakterin ara ara yaptığı tiratları okurken; kızan, bağıran, bir türlü anlayamayan, iyilikle ve güzellikle bağdaştıramadığı her şeye küfreden sesini sanki kendi sesiniz gibi duyduğunuz anlar yaşayabilirsiniz. Hatta bu tiratları, dönüp dönüp yeniden okuma ihtiyacı hissedebilirsiniz. Sanki siz o cümleleri kafanızda çok daha önceden kurmuşsunuz da, not etmeyi unutmuşsunuz gibi bir izlenim bırakabilir. Adalet duygusu yüksek, tevellüdü sizinkine pek de uzak olmayan – aynı dünya üzerinde, aynı anda nefes alma imkânı bulmuş kişilerin ortak acıları ve kaygıları; bazen yıl, ay, gün gibi zamanın rakamla ölçülen değerinden doğan farklılıklara galip gelebilir – Bakır isimli bu gencin hikâyesinde kendinize ait izler bulmanız yüksek ihtimal dahilinde.
Ve dil… Kitap boyunca güzel kelime oyunları içeren, şaşırtan, sistemle ilgili birtakım sorunları aşması mümkün görünmeyen, muhalif ve sözünü esirgemeyen bir adamın dili karşılıyor sizi. Çok büyük bir edebi kaygıya girmeden yazıldığını hissediyorsunuz zaten okurken. Yine de bu sizi rahatsız edecek herhangi bir estetik bozukluk yaratmaya yetmiyor. Belki de bu yüzden güzel ve samimi.
Ve samimiyet… Ankara’da Sakarya Caddesi’ndeki ya da İstanbul’da Taksim’in ara sokaklarındaki birahanelerden birinde otururken, yan masanızda hızlı hızlı bira içen bir adamın hikâyesini okuyormuş gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Yani çok fazla konuşmadan, sıkıntıya girmeden; işten ya da okuldan çıkmışsınız da azıcık kafa dağıtayım derken tesadüfen tanıştığınız ve bir daha karşılaşma ihtimalinizin oldukça düşük olduğu bir adamın karşısındaki rahatlık gibi bir şey. Öyle bir içinizden, sizden olma hâli! Bu durum bizi bir başka sonuca daha götürüyor: Bir kitabı, bir hikâyeyi sevmek ve güzel bulmak için; onun ille de yüzyılın eseri olması gerekmiyor. Anlatılanlara benzer çekilmeler yaşamanız ya da onları yaşayan tanıdıklarınızın olması yetiyor.
Ana karakter dışında üç farklı karakterin katılımıyla devam eder olayların akışı. İsmail, Karabüklü ve yeşil gözlü kız. İlki İsmail. Bakır’ın İsmail ile olan hikâyesi Antalya’da turizm okurken çalıştığı otelde başlıyor. Güzel yürekli, hayvansever, sonradan örgüt işlerine bulaştığını öğrendiği, Ankara’da bir tıp öğrencisi olan kardeşine para göndermek için durmadan çalışan güzel İsmail. Sonraları torbacılık işlerine karışınca, İstanbul’da tekrar karşılaşıyorlar Bakır’la. Biz onu hep Gebze’deki gübre fabrikasında işe başlayıp ömrünün geri kalanında biraz rahat etmek isteyen, ama bu işe bir türlü giremeyen İsmail olarak hatırlayacağız. İkincisi Karabüklü. Feleğin çemberinden geçmiş, hayatın yokuşlarından inip çıkmış, hapishanedeki şiş kültürüne varana kadar yaşamış, ağır müptela bir adam. Ve hasta ruhlu biri tarafından, saçma sapan bir şekilde hükmü verilmiş bir güzel kardeşimiz Karabüklü. Sonuncusu yeşil gözlü kız. Gerçek adı Serap. Bakır, uyuşturucu madde kullandığı için amcası ve emniyet yetkilileri tarafından yatırılıp, devlet destekli(!) bir psikolojik tedavi görmesi kararlaştırılan tımarhanede tanışıyor Serap ile. Bir şekilde ona aşık olduğunu ve derinlerde bir yerde onsuz yapamayacağını hissediyor. Çünkü umut hep var, olmalı. Yeni bir çıkış yolu yaratılabilir. Bu mümkün. Bir hayal, bir gerçeğin kıyısından geçmeye başlıyor Bakır için. Fakat bu da uzun sürmüyor. Kötü bir sonla, bir olabilirliği daha yerle bir oluyor Bakır’ın. Bunu da kabulleniyor ve geri çekiliyor.
Bu kitabın bana açtığı güzel kapılardan bir diğeri de her zaman farklı, özel ve dinlemeye değer bulduğum; kendilerine hep bir sempati duyduğum, ruhsal bozuklukları ve psikolojik hastalıkları olan kimseler üzerine yeniden düşünmemi sağlamasıdır. Ben böyle insanların, ‘normal’lere kıyasla çok daha hassas bir kişiliğe, yüksek bir duyarlılığa ve ince bir ruha sahip olduklarına inanıyorum. Ve onlardan bahsederken ‘akıl hastası’ tabirini kullanmaktan hiç hazzetmiyorum. Bu tip insanlarla iletişim kurup, onları daha yakından tanımanın bizim ülkemizdeki en basit ve en yasal yolu, onların hikâyelerinin anlatıldığı kitapları okumak. Bu da onlara bir örnek, dikkat buyuralım. Ve elbette ki psikolojik bir rahatsızlığa sahip olmak hoş bir durum değildir. Ben de bu ruh hâlinde olmanın bir güzellemesini yapmıyorum. Ama o insanları bu noktaya getiren nedenleri düşünmek ve bu durumun payınıza düşen tarafıyla yüzleşmek zorundasınız. Hem toplumsal hem de bireysel boyutta. Ve bazen onlar kendini daha iyi hissetsin diye herkes tarafından doğru olduğuna inanılan, devlet ve bilim destekli kaidelerden ödün vermek de boynunuzun borcudur. Bakır’ın Tuzluçayır’da bir odada kalırken, yan tarafta can çekişen yaşlı amcayı, yalandan da olsa güldürmeyi başarması gibi. Bu olay bana iki yıl önce, nemden boğulmak üzere olduğumuz bir ağustos günü Köyceğiz’de yaşayan bir tanıdığıma yaptığım ziyareti anımsattı. Yaşam karşısındaki duruşuna, mücadelesine büyük bir hayranlık ve saygı duyduğum kanser hastası bir güzel kadındır kendisi. O gün sol arka kaburgasında bir ağrısı vardı. Bunun onu rahatsız ettiğinin farkındaydım. Onun için yapabileceğim bir şey olup olmadığını sordum. Bir ağrı kesici vermek, masaj yapmak, sıcak kompres uygulamak gibi. Duvardaki saati gösterip, ilaç zamanının yaklaştığını söyledi. Kocası öğle yemeğini yiyip evden çıkınca mutfağa geçti ve bir kadeh rakı ile geri geldi. Yanında suyu, içinde buzu yoktu. Normal şartlar altında, o durumdaki bir kadından böyle bir çıkış beklemezdiniz. Demek ki şartlar da, biz de normal değildik. Sanırım böylesi daha güzeldi. Bu yüzden hiçbir şey söylemedim. Hayranlıkla, hastalığının güzel yüzündeki boğamadığı bilgelik ifadesini ve o bir kadeh rakıyı sakin sakin içişini izledim sonuna kadar.
Hollanda’ya gelirken; benim çok sevdiğim, Ankara’yı ve oradaki hayatı paylaştığım, aramızda birbirimizin duygularını önceden tahmin etme yakınlığı bulunan bir güzel insan tutuşturmuştu elime bu kitabı. Her gün takıldığımız mekânlar, sokak isimleri ve şehrimizin jargonunu barındırmasından ötürü; Ankara’yı özlersem, iyi gelir diye düşünmüş. Şehirler arası tren yolculuklarında okudum onu. Zaten birkaç şehirden fazlasını gezemeden bitirdim. Şöyle soğuk, puslu, havanın erkenden karardığı bir akşamüstü Tunus durağında servisten inip, Konur 2’den Olgunlara’a sallanıp, birkaç tek atarak zamanı öldürüp aylaklık ettikten sonra, Yüksel’deki köftecilerde ısınıp, Kolej’den eve doğru üşüye üşüye yürümek gibi ‘mülteci istekler’ uyandırdığını inkâr edemem içimde. Hatta biraz daha geriye gidersek; ömrümün bir buçuk yılını verdiğim, kimliğimin il ibaresinde adı geçmekte olan ve nedendir bilinmez yedi yıldır hiç gitmediğim, ayrı düştüğüm, galiba biraz da dargın olduğum Antalya’yı bile gülümseyerek anımsattı bana. Tophane Çay Bahçesi’nde akşamüstü çayımı içip, Kaleiçi’nden sağ yapıp, Dönerciler Çarşısı’nın gürültüsünden ve uğultusundan kaçarak Karaoğlan Parkı’nın eşsiz manzarasıyla henüz on dakika önce gördüğüm denize, Akdeniz’e yeniden kavuşmanın şımarıklığı…
Gülümseyerek hatırlamak, özlemek, istemek… Bunlar güzel şeyler. Fakat yine de ukalalık etmeden bir akıl verecek olursam; keyfiniz, neşeniz yerindeyse hiç bulaşmayın derim. Huzur kaçıran yanı çok çünkü. Ve huzur, neşe, keyif; bu çetin memleket şartlarında öyle kolay, ucuza bulunur şeylerden değil. Fakat zaten dipteyseniz; kaybedecek pek fazla bir şeyiniz kalmamışsa; gitmek, yok olmak için sadece birkaç neden daha arıyorsanız; buyrun derim. Tuzunuz biberiniz olur. Müptela olmaktan, müptezel olmaya doğru yollanırsınız sayesinde. Çünkü yazarının da dediği gibi, “Sahici bir sarsıntı, sahte bir dengeden iyidir.”
Bir benzetme yaparak bitirmek istiyorum yazıyı. Hayatınıza aldığınız her adamı, her kadını seversiniz. Yoksa hayatınıza almazdınız zaten. Ama hepsine aşık olamazsınız. Bu doğaya aykırıdır. Ne ömrünüz o kadar uzundur ne de kalbiniz o kadar büyüktür. Benim “Müptezeller”e karşı hissettiğim şey tam olarak bu. Öyle allanıp pullanmadan, çiçekler takmadan kalbimin bir köşesinde yer edindi. Fakat bir taht kuramadı. Çünkü kendi gerçekliğimden, ait olduğum yerden biraz olsun kaçmayı becerebildiğim bu günlerde, acıyı ve alevi yeniden içimde hissetmek bana hiç iyi gelmedi. Bir şeylerin müptelası isem bile; müptezel olmaya niyetim yok çünkü. En azından şimdilik. Belki başka bir yerde, başka bir zamanda, yeniden, aşkla… O zamana kadar, sevgimle…
Öne Çıkarılmış Görsel Kaynağı: http://t24.com.tr/k24/yazi/orhan-kocak,1096
özay
gerçekten de çok harika bir kitap refikacım, sen de harika yorumlamışsın, bu sende bir tarz olmaya başladı, çok güzel bir açılım olmuş çok beğendim gerçekten emeğine yüreğine sağlık…