Ölümden sonra başka bir yere gittiğimiz kesin olsaydı ne yapardık? Bu hayatın, dünyanın bir anlamı kalır mıydı? Sonsuz olmak bize ne katar ya da bizden ne götürür? Peki, ölümsüz aşk var mıdır?
“The Discovery” Netflix’in bir filmi. iMDB’de kısaca açıklaması şöyle: Ölümden sonra hayatın bilimsel olarak kanıtlanmasının iki yıl sonra yaşanan bir aşk hikâyesi. Film bundan ibaret değil elbette, yavaş olmasına rağmen sürükleyici felsefi diyaloglarla bezeli. Filmin sonunda hissetiğim şey, aslında çok daha büyük olabilecek bir hikâyenin daha küçük ve kişisel boyuta indirgenmiş hâli olduğuydu.
Kalbin ve beyin fonksiyonlarının durması, dolaşım sisteminin çökmesi, sinir sisteminin, organların bir daha işe yaramayacak olması… Ölüm bu mudur? Evet, ölüm biyolojik olarak budur. Ancak ölüm, kimyasal olduğu kadar sosyolojiktir de. Hiçbir cenaze marşı durmuş kalpler için yazılmaz ya da hiç kimse artık ısı üretemeyecek bir vücut için yas tutmaz. Bu açıdan ölümün pek çok sosyal anlamı vardır denebilir. Bana kalırsa insanın en büyük kaygısı ölmek değildir. İnsan “ölmek”ten değil, hiç var olmamış olmaktan korkar. Çocuklarınıza bir gün öleceklerini söyleyebilirsiniz ama onlara hayatın tamamen sanal ve gerçek-dışı olabileceğini, gerçek var oluşun kesin olmadığını söyleyemezsiniz. Çünkü bu yetişkininden yaşlısına herkesin korktuğu asıl şeydir. Ontolojik kaygılar her zaman en büyük kâbusumuz olacaktır. Fakat ölümün terk ettiği hayatlarımızda neşenin hüküm süreceğini düşünmek en hafif tabiriyle naiflik olurdu. Bu belki de, bildiğimiz medeniyetin sonu demek. Ölüm toplumun duvarlarıdır. Hayatımızın sonlu olması insan psikolojinde öylesine derin temellidir ki, bunu değişmesi küresel çapta tuhaflıklara sebep olacaktır.
Ölmüyor olsak bir anda; bu insan ilişkilerini nasıl etkilerdi? Mesela intihar oranlarını? Filmde “keşif”in ardından intihar oranlarının aşırı derecede arttığı gösteriliyor. Öyle ki, kamusal her türlü alanda “Bu hayatta kalın, intihara son!” gibi şu an her yerde görüp duyduğumuz sigara bıraktırma kamu spotlarına benzer tabelalar yer alıyor. Bu hayatın son olmadığını bilirsek, yani ölümden korkmamız için bir sebep kalmazsa kaçımız başka bir gerçekliğe geçmek istemez ki? Bu bağlamda film insanın öyle ilkel bir güdüsüne dokunuyor ki izleyip de üzerine kafa yormamak imkânsız.
Film “Keşif”in sorumlusu bilim adamı, onun oğlu ve bilim adamının intihar etmekten kurtardığı bir takım insanlardan oluşan bir çeşit kült etrafında şekilleniyor. Sonunda bir “twist” var. Bu yüzden filmin tadını kaçırmak istemem. Lakin sonuyla değil, asıl ortaya attığı fikirle yükselen bir film bu. Mesela iki yıl sonrasını değil de iki yüzyıl sonrasını görsek bu dünyanın, nasıl olurdu diye düşünmeden edemiyor insan. Bir distopya’ya mı dönüşürdü? Yoksa insan nüfusu azalarak biter miydi? Peki ya iyi bir yere gitmiyorsak öldükten sonra? Bu fikir, filmde irdeleniyor zaten, intihar etmeyen çoğu kişini argümanı, öldükten sonra geçeceğimiz gerçekliğin bu hayattan kötü olabileceği gerçeği. Bu ihtimal ne kadar bilinmez de olsa, böyle bir toplumun intihar oranlarındaki yükselişe dur demediği de görülüyor filmde. Yani, sonsuz bir karanlığa da düşüyor olsak zaten, hali hazırda düşüp durduğumuz bu soğuk dünyadan daha kötü olması mümkün mü?
Bilmek mümkün değil. Belki de aşk bir cevaptır. Belki de değildir.
Filmi izlenmenizi öneririm. Bilim-kurgusal nitelikler taşısa da, aslında daha çok felsefi bir deney gibi. Güzel başlıyor ve sürprizli bitiyor.