Fikirlerinin hayatlarıyla, teorilerinin pratikleriyle çelişmesi, inandıkları şeylerle yaşadıkları şeylerin arasında derin ve kabul edilemez farklılıkların bulunması düşünürlerin yazgılarındaki en acımasız evrelerden biri. Her ne kadar toplumu büyük oranda aşmış, geniş bir ufukla, üstün bir kavrayışla, edilgin, herhangi birisi olmaktan kendini koparabilmiş insanlar olsalar da, onların da en nihayetinde birer “insan” olduklarını bu çelişkilerde belirgin bir biçimde görüyoruz; onlara atfettiğimiz olağanüstülük siliniveriyor bir anda.
Bu kendisiyle çelişme işini şüphesiz en sağlam yapan kişi Schopenhauer’di. Bütün Hint esinli, istemin karanlığından kurtulamayan dünyada acıya ve hüzüne muhterem bir değer atfetme ve mutluluğu kovalamayı bırakma gibi gerçekten kendisinden sonra gelen büyük bir kuşağı derinden etkilemiş felsefesine rağmen, Schopenhauer’in sefa dolu bir hayat için çabaladığını biliyoruz. Bu çok bariz anlatılagelen bir durum zaten, Schopenhauer’in kendisini dahi vaktinde rahatsız etmemiş bir gerçek. Beni daha çok onun Berlin Üniversitesi’nden meslektaşı, büyük rakibi, zerre sevmediği ve şarlatan olarak nitelediği Hegel’in çelişkisi ilgilendiriyor. Onun çelişkisi bize çok daha fazla şey anlatıyor.
Hegel muazzam bir sistemin kurucusu. Bu öyle bir sistem ki, hayatın her alanında söz sahibi olabiliyor, var olan her şeyin geçmişi ve geleceği hakkında bir şeyler söyleyebiliyor. Onun bir cümlesi; “rasyonel olan gerçektir, gerçek olan rasyoneldir” bu sistemin bir ürünü olarak hem tanrıtanımazlara hem inananlara rehberlik edebiliyor. Hegel’in diyalektik kurgusu neredeyse hiçbir şeyi ıskalamıyor, ideal olanın kurgusunu inanılmaz bir etkileyicilikle önünüze koyuyor. Onun, dünyayı, varoluşu, tezlerin çatışması olarak algılayışı, düşünüp ibret alınması için her şeyi çift yaratan Rabbin (51:49) bu evrensel kuralına hizmet eder şekilde, varlığın serüvenini olabilecek en rasyonel şekilde açıklıyor. Felsefede son sözün ona ait olduğu söyleniyor, vefalı olduğu kadar şüpheci de olan öğrencisi Marx tarafından. Tarihe biçtiği rolle felsefeye yeni ve devrimci bir yorum getiriyor, kendisinden sonra gelen kuşağın entelektüel kaderinde en belirleyici rolü o oynuyor.
Bütün bu azametinin yanında Hegel de bir insan ve o da kusursuzluktan uzak. Onu eksik hale getiren şeylerden biri de aşırı vatanperverliğinde yatıyor. Hegel tinin, ruhun, kavrayabildiğimiz zaman kendisini de anlayacağımız geist denen kavramın dünyadaki en belirgin yansımasını devlette görecek kadar yüksek seviyede bir devlet sevdalısı. Devleti bireyin ve genelin iradesinin en mükemmel şekilde uyum içinde olduğu varlık olarak tanımlıyor, genel iradenin gerçekliği, somut bir hale bürünmesi olarak algılıyor. Şüphesiz onun devletine olan bu yoğun muhabbeti Prusya Devleti’nin, Alman milliyetine en iyi koşulları sağlamasından ve Almanları zamanla hemen her açıdan hak ettikleri muhterem düzeye çıkarmasından kaynaklanıyor. Hegel bugün de sistemi üzerinden çok devlet görüşü üzerinden eleştirilir. Sistemine laf söylemek ancak Kierkegaard, Nietzsche, Heidegger gibilerine nasip olabilmişse de, devlet görüşü, onun en büyük açığıdır ve bildiğimiz bilmediğimiz onlarca siyaset felsefecisi tarafından acımasızca saldırılara maruz kalmıştır.
Hegel bu açığında aslında kendi sisteminden de ödün veriyor. Kendi diyalektik mantığına sırtını dönüyor ve geist’in sınırına girmeyen ve büyük oranda maddesel olan bir husus hakkında mutlaklık iddia edip diyalektik süreci devletin yüce varlığında mutlaklaştırmak ve sonlandırmak istiyor. Hâlbuki onun diyalektik algısı bütün bir tarihe ışık tuttuğu gibi geleceğe dair de çok önemli söz söylüyor ve bunu bir devinimin, sürekli bir yenilenmenin, bitmeyecek bir ilerlemenin ve gelişmenin sonucu olacak şekilde ifade ediyor. Bu bağlamda devletin böyle bir aşırılıkla mutlaklaştırması, diyalektiğin doğasına zarar veriyor, onu niteliksizleştiriyor.
Hegel parlamentarizme karşıdır. Hâlbuki onun düşünce limanına şöyle biraz yaklaşsak, parlamentarizmin bize en mantıklı sistemlerden biri olduğunu anlarız çünkü parle den, konuşmaktan gelen bu sistem, karşıt görüşlerin birbirlerini ikna etmeye çalıştıkları bir çatıyı ifade eder ki bu tezlerin çatışmasının sentezle sonuçlanması şeklindeki diyalektiğin en uygun vücut bulduğu sistemdir. Parlamentarizm tezlerin mutlaklaştırılmadığı, yasaların her daim tartışılabildiği bir ortam, sağlam bir antagonizma fırsatı vaat ettiği halde, yani varlığın devinimini mükemmel bir şekilde açıklayan diyalektik sürece en iyi katkıyı yaptığı halde Hegel’den onay alamıyor. Yani Hegel gibi düşününce, parlamentarizmin en büyük savunucularından birinin o olacağını sanıyoruz ama Marx’ın, ‘ben Marksist değilim’ demesi gibi şaşırtıcı bir sonuçla karşılaşıyor, Hegel’in bu konuda kendi sistemine katılmadığını görüyoruz.
Bir çelişki içinde yüzüyor Hegel; çünkü o da bir insan ve bir insan olmasından sonra milletine derin muhabbet duyan bir Alman, sadık bir Protestan ve coşkulu bir Prusyalı. Milliyetçiliği filozof kimliğinin önüne geçecek derecede güçlü Hegel’in. O milliyeti konu olunca, Umut Sarıkaya’nın tabiriyle, “Almanlık’tan aldığı lezzeti hiçbir şeyden almıyor”, diyalektiği umursamıyor ve idealist felsefesinin temeline, devletine olan müthiş saygısından ötürü dudak büküyor.
Pek tabii bu milliyetçi duygular anlaşılabilir ve bir oranda hoş görülebilir. Hegel genç yaşında ülkesinin parçalandığına şahit olmuş, Fransız baskısını ve istilasını tecrübe etmiş, yoğun milli duygular gölgesinde büyümek zorunda kalmış, hassas bir adamdı. Gençliği boyunca şekillenen zihin dünyasında vaktinde büyük sıkıntılar yaşamış milletine faydası dokunan her şeyin muhterem bir yeri vardı ki Prusya Monarşisi bu açıdan kusursuz bir şekilde görevini yerine getiriyordu. Yine bu zihin dünyası, milli duygularıyla açıkça çelişecek her şeyi kesin bir şekilde reddediyordu, kendi felsefesi de bundan münezzeh değildi.
Kimsenin kusursuz olamayacağını, her insanın söylediklerinde önemli ya da önemsiz çelişkiler barındırmasının doğal olabileceğini göz önünde bulundurup Hegel’in bu durumu üzerinde düşününce, aşırı uçlarda dolaşmanın ne gibi bariz hatalara sebep olabileceğini görüyoruz. Hegel’in vatanseverliği normal bir boyutta değildi. O, Fransızların etkisiyle kendi milletine olan sevgisini tepkisel bir boyutta abartmıştı, Prusyalıların etkisiyle de bu sevginin esiri haline gelmişti. Hegel radikalleşerek, ya da mezkûr etkilerden ötürü radikalleştirilerek kendi sisteminden ödün verdi ve doğal ve normal bir çelişkinin sınırlarını geçecek derecede muayyen bir çelişki içerisine girdi.
Hegel bize felsefesiyle inanılmaz bir ufuk sağlamakla birlikte yaşantısıyla da önemli dersler çıkarmamıza vesile oluyor. En samimi duyguların, en hissi yaklaşımların dahi radikalleştirilmemesinin ve mutlaklaştırılmamasının gerekliliğini öğretiyor. Sevgiyi, saygıyı ve bağlılığı normal bir sınırdan öteye çıkarmanın kaçınılmaz çelişkiler doğuracağını anlatıyor ve felsefesini, hayatı boyunca ödün vermediği milliyetçi ilkelerinin gölgesinde bırakarak bize bunu belgeliyor.