Beşiktaşlı efsane futbolcu ve şimdi ki rolüyle Gençlerbirliği antrenörü “Şifo” lakaplı Mehmet Özdilek’e Ulaş Tuna ve ailesi aracılığıyla ulaştık ve yaklaşık 2 saat süren bir röportaj gerçekleştirdik. Her sorumuza detaylıca cevap veren, bize vakit ayırmaktan çekinmeyen ve verdiği değerle farkını bir kez daha ortaya koyan Mehmet Özdilek, sadece futbolunun değil kişiliğinin de efsanevi olduğunu bizlere göstermiş oldu. Şifo Mehmet Hocamıza ve bize bu yolu açan Ulaş Tuna’ya bir kez daha teşekkür ederek sizi gerçekleştirdiğimiz içten röportaj ile baş başa bırakıyorum ;
Göreve geldiğinizde Gençlerbirliği düşme hattındaydı, kulüpte büyük bir değişim yaptınız. O günden bugüne süreç nasıl değişti ?
Geldiğimde düşme hattında değildi 4 puanla 18. Sıradaydı zaten ligimizde 19 takım yok. 8.hafta 4 puanda göreve geldim. 18 takımlı ligde 18.sırada olma psikolojisini anlatmak istiyorum. Oyuncu zihinsel ve fiziksel olarak tamamen çöküşte, yönetim inancını kaybetmiş, Ankara’da genel bir bulutlu hava hakim, sizden beklentiler çok yüksek işte bunları karşılamak için buraya geldik. Allaha şükür işimizi çok doğru yaptığımıza inanıyorum. Hatta bugün itibariyle 8. Hafta ile 30.hafta arasındaki 22 maçlık periyodda 37. Puanla en çok puan toplayan Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’tan sonra 4. takımız. Rakip olarak Ankara’ya geldiğimizde Gençlerbirliği, Ankaragücü, Ankaraspor ve Hacettepe gibi 4 takım vardı, şimdi yalnızca Gençlerbirliği var, bu noktada Ankara halkının desteği bizim için çok önemli. Çünkü tek takım olmak bütün ibreyi bize çeviriyor. Özellikle son 6 yılda sportif anlamda ciddi sıkıntılar yaşayan , puan cetvelinde 10 ile 14 arasında kalmış, buna rağmen seyirci sayısında her geçen gün artan bir yapı var. Ankara’da 7.500 – 8.000 kişiye oynuyoruz, bu iyi bir sayı ama Gençlerbirliği’nin gelişimi için daha da artmalı ve böylece Gençlerbirliği hedef büyütmeli, yukarıların havası teneffüs edilmeli. Bunun içinde biraz zamana ihtiyaç var kolay değil değişimlerin hemen olması ama biz kısa bir sürede büyük bir değişiklik gösterdik.
” Şifo” lakabınızın efsane Belçikalı oyuncu Enzo Schifo ‘dan geldiğini biliyoruz, peki bu olay nasıl gelişti ?
84 Avrupa Şampiyonası ben Maraş’ta oynuyorum. Schifo’da Belçika formasıyla Avrupa Şampiyonası’nda oynuyor,Schifo’nun Avrupa Şampiyonasında gösterdiği bireysel yetenekleriyle, Maraş halkı benim saha içindeki hareketlerimi ve duruşumu birbirine çok benzetti, ve zaman içerisinde de Şifo lakabı Mehmet Özdilek ‘in çok çok önüne geçti ama futbolculuk hayatımızdan sonra daha çok Mehmet Özdilek’i kullanmaya başladım çünkü yeni bir yaşam, yeni bir hedef, yeni bir bakış açısı gerekiyor. Şifo dediklerinde çok da gücenmiyorum çünkü insanlar öyle sevdiler öyle benimsediler beni.
Yıllar sonra da biz milli takımda karşılıklı oynadık Enzo Schifo ile hatta daha sonrasında tanışma imkanı da bulduk. O benden 1 sene önce futbolu bıraktı. Antrenör olarak Antalya’ya geldi biz de Beşiktaş takımıyla Antalya’da kamptaydık. Medya ortak basın toplantısı ayarladı. Olayı anlattılar, biz anlattık, tabi klasik Türk gazetecisi orada Schifo’ya “Hanginiz daha iyisiniz?” diye sordu orada Schifo çok hoş ve güzel bir cevap verdi, “ Mehmet halen oynadığına göre benden daha iyi, daha yetenekli” dedi bize teveccüh gösterdi. Çok düzgün bir insandı tanışmak da çok hoş oldu.
Futbolculuk yıllarınızda Kahramanmaraşspor formasından sonra yıllarca Beşiktaş formasını başarıyla terlettiniz. Bu süreçte hiç diğer büyük takımlardan veya Avrupa’dan teklif aldınız mı ?
Hem Türkiye’den hem Avrupa’dan birçok takımdan teklif aldım. Paris Saint German bir Şampiyonlar Ligi maçından sonra resmi teklifle geldi. Tabi onlar beni daha genç sanıyorlardı, Fransa’da da Türkiye’deki maçta da çok iyi oynadım, Türkiye’de yenmiştik orada 2-1 kaybetmiştik, ben atmıştım golü. O zaman daha çok gençlere yatırım yapan bir felsefeleri vardı, maçtan sonra kulüp menajeri resmi yazıyla geldi ama yaşımın 32 olduğunu öğrenince nasip olmadı, Türkiye’de Fener’den de Galatasaray’dan da başka kulüplerden de hep teklif aldım. Ama hiçbir zaman bırakmak gibi bir niyetim olmadı çünkü Beşiktaşlı olmaktan oldukça keyifliydim. İnsan huzurlu olduğu yeri bırakır mı, tabiki bırakmaz.
Antrenörlük planlarınız arasında da bir gün Beşiktaş’ın patronu olmak var mı ? Veya Avrupa’da Fatih Hocamız gibi başarılı bir kariyere sahip olmak ister misiniz?
Var, olacaktır da, inşallah olacak, olmama şansı yok önemli olan insanın kendine güvenmesi, doğru zamanda olması da önemli. Avrupa’ya da açığız ben Türk antrenörlerin çok yetenekli olduğuna inanıyorum. Biz ülkemize gelen birçok antrenörü gözlemliyoruz (- Ülkemize gelen yabancı antrenörlerin sizin kadar başarılı olmadığını düşünüyorum diyorum ve eski Elazığsporlu Sollied örneğini veriyorum) Doğru, bu bir pazarlama işi, ülkenin stratejisiyle alakalı, tanıtımıyla alakalı, ‘’merchandising’’ denen olay hepsi. Bugün itibariyle pazarlama futbolda çok önemli bir yer teşkil ediyor. Bunu da tek başına yapma imkanınız olmuyor, Fatih hoca gittiği zaman yanında bir çok yan etken vardı onu destekleyen,ülkemizi başarılı bir şekilde temsil etti. Bir dönem özellikle 2006’dan sonra Avrupa’ya birçok Türk futbolcu da gönderiyorduk, şimdi bir tek Arda var. Daha fazla futbolcu ihracı yapmalıyız. Ülke futbolunun gelişimi için birçok Türk oyuncu gitmeli ama orada, burada kazandıkları paraları kazanamıyorlar ve gitmek istemiyorlar.
Gençlerbirliği’nin şuan ki durumuyla Avrupa kupalarına katılabileceğini düşünüyor musunuz? Önümüzdeki sene takımın gerçekçi hedefi ne olmalı ?
Geldiğimizde sadece ligde kalalım yeter deniyordu, şimdi bakıldığı zaman bugün itibariyle arada büyük puan farklar yok Avrupa için. Her takım her takımı yenebiliyor bu ligde. Hiçbir maç kolay değil ama matematiksel olarak böyle bir iddiamız var. Ama bizim için hedef bitirebildiğimiz en yüksek yerde bitirmek olacaktır. Bu çocuklar çok zor işler yaptılar bu sezon. Önümüzdeki sezon için tek hedef oyun enerjisini maçı izleyenlere verebilen bir takım olmalı. Kulübe geldiğim ilk günden beri söylüyorum, Gençlerbirliği’nin hedefi ilk 6 olmalı, yukarılarda olmalı artık hep. Nasıl altta mücadele etmek zorsa yukarılarda mücadele etmek daha zor, orada fırtınalar daha fazla. Dolayısıyla artık yukarıları benimsemek çok önemli. İlk 5 yıllık projemiz bu, tabi bundan sonra hedefleri inşallah büyüterek devam ettirmeyi istiyoruz.
Geçmiş yıllarda Gençlerbirliği’nin Türkiye Kupası’nda hep başarılı olduğunu görüyoruz ama yakın geçmişte kupada bir düşüş hakim. Bunu neye bağlıyorsunuz? Uzun periyotlarda daha başarılı bir takım mı var?
Bu seneki mevcut kadromuzda bu yükü kaldırabilecek bir profil yoktu. Gidilebilirdi ama bu sezon ligde kalmak öncelikli hedefimizdi. Bu sezon ağırlık veremedik ama önümüzdeki sene çok daha fazla ağırlık vermeyi düşünüyoruz çünkü Kupa’nın , Avrupa’ya giden en kestirme bilet olduğunun bilincindeyiz.
Günümüz futbolunda sizin tarzınızdaki oyun kurucular azaldı, hatta parmakla gösteriliyor, bunu neye bağlıyorsunuz, modern futbolda oyun kurucu pozisyonu tükeniyor mu?
Benim pozisyonumda oynayan oyuncu kalmadı. Eskiden futbol daha bireysel ağırlıklı oynanıyordu ve yetenekli isimler oyunun şeklini değiştirebildikleri için çok daha başarılı oluyordu, buna Oğuz’u , Ünal’ı , Tugay’ı ve Sergen’i örnek olarak gösterebilirim. Ben sokakta yetiştim,çok sistematik çalışmadım ama sokakta ani reaksiyonlarla cevap verip kendimi doğal olarak yetiştirdim. Araba geliyor kenara çekiliyorsun, yoldan biri geliyor onu da geçiyorsun, duvarla ver-kaç yapıyorsun. Günümüz futbolu ise daha sistematik, takım olgusunu daha çok sahaya yansıtmanız gerekiyor. İyi oyuncu yılda nereden baksanız 60’a yakın maç oynuyor, bunun getirdiği bazı yükümlülükler ve zorluklar var. Ama yetenek özellikle de bizim işte çok farklı bir şey. Bunu doğru alıp uyguladığınızda ve planlamasını yaptığınızda başarılı oluyorsunuz. Bizden çok yetenekli oyuncular çıkıyor ama bazen zihinsel olarak hazırlıklı olmuyor, bazense işini sevmiyor nasılsa yaparım diyor. Bu yüzden gelişimi, karakteri ve aile yapısı çok önemli ama bu işte en önemli özellik yetenek, bu sadece Türkiye’nin değil, dünya futbolunun da problemi olarak ortaya çıkıyor. Bunun için sokak futbolunun tekrar yaygınlaşması gerekiyor. Ama çocukların bunu uygulayabilecekleri bir yaşam standardı yok, tüm günleri okulda geçiyor akşama eve yorgun dönülüyor, haftasonları ders eksikleri kapatılacak ödev yapılacak derken vakit kalmıyor. Oysa sosyalleşmekte bir çocuk için bunlar kadar önemli. Her çocuğun profesyonel spor yapması mümkün değil ama daha iyi yetişen bir nesil için her çocuğun hayatına sporu sokabilmesi gerekiyor.
1991-1992 sezonunda namağlup takımın yıldızlarından biriydiniz, sizce artık namağlup bir şampiyon çıkması mümkün mü? Metin- Ali – Feyyaz üçlüsünün arkasında oynamak nasıl bir histi ? Sizce en iyisi gerçekten hangisiydi ?
49 maç namağlup gittik. Takım bütünlüğü bizim için çok değerliydi. Arkada Rıza hoca oynardı,sağda Recep solda Kadir sonra Gökhan, Ulvi abi hep oynardı. Bizi biz yapan değerlerden en önemlisi bu süreklilik ve takım bütünlüğüydü. Uzaktan bir gözle bakıldığı zamanda, evet ben yetenekli bir futbolcuydum, Feyyaz çok iyi bir golcüydü, Metin müthiş bir kanat oyuncusuydu ama hiçbiri tek başına bir anlam ifade etmiyor bana göre. Biz Voltran gibiydik, hepimiz bir araya gelip bir güç oluyorduk. Herkes biliyordu Beşiktaş’ın nasıl oynayacağını ama yıllarca önlem alamıyorlardı. Türkiye’de o zaman yabancı oyuncu sınırlaması vardı, yabancı oyuncu gelmiyordu gelse bile 35 yaş üstü geliyordu dolayısıyla biz bir de onları sırtımızda taşıyorduk. Dolayısıyla doğru karaktere sahip bir takım olgusu ortaya çıkardığınızda başarı kaçınılmaz oluyor zaten.
Beşiktaş’ta beraber oynadığınız en yetenekli futbolcu ve en az yetenekle en çok işi yapan oyuncu kimdi?
Sergen. Altyapıda bizim elimizde yetişti. Yetenek anlamında evet ama istikrar anlamında hayır en iyisi değil. Oyun görüşü, sezgisi ve zekası çok iyiydi. En az yetenekle en çok işi yapan oyuncu da Rıza’ydı. Rıza gücüyle oynayan, yeteneği çok sınırlı olan ama işini seven ve sahaya çıktığında herşeyini veren müthiş bir adamdı.
Antrenörlük kariyerinize dönecek olursak birçok büyük teknik adamın yanında çalışma imkanı buldunuz. Milli Takımlarda Fatih Hocamızla çalıştınız, Gordon Milne aracılığıyla Bobby Robson ve Alex Ferguson ile çalışma imkanı buldunuz ve değişik vizyonlar edindiniz. Bu büyük teknik adamlarla ilgili bizimle paylaşmak istediğiniz bir anınız var mı ?
Ben oyunculuğumda kendi ülkelerinin en önemli teknik adamlarıyla çalıştım. Gordon, İngiltere’de çok saygınlığı olan iyi bir antrenör, Daum o dönemler Almanya’nın en önde gelen antrenörü, Briegel dünya futbolunun çok iyi antrenörlerinden birisi, Feldkamp aynı şekilde, Scala aynı şekilde İtalya’da başarılı bir antrenör, Toschack yine aynı şekilde. Milli takımda Rasim Hoca, Fatih Hoca ve Mustafa Denizli, ben bu antrenörlerin hepsiyle çalıştım. Bu yönlerden avantajlıyım, hiçbirini ön plana çıkartamam ama hepsinin kendisine göre artısı eksisi var, önemli olan bunlardan bir şey alabilmek ve bu süzgeçten geçirip doğru analiz yapabilmek. Şimdi teknik direktörlüğe başladığım ana dönersek, jübileyi yaptıktan sonra 7 ay İngiltere’ye gittim çünkü o ara ben Türkiye’de yolda yürüyemiyorum, anneanneler, dedeler, anneler, babalar, çocuklar hepsi jübileden dolayı bana müthiş bir sevgi duyuyorlar. Bir anda bütün bu sevgiyi, coşkuyu bırakıp ben gidiyorum demek kolay değil. Her şeyinizi bırakıyorsunuz; sevginizi, paranızı, sohbetinizi ve sıfırdan bir hayat kuruyorsunuz ve diyorsunuz ki ben gidicem, bir şeyleri değiştiricem ve vizyonumu geliştiricem. Futbolculuğunuzda olmayan hayatı tadabilmek, yolda bisiklete binebilmek, otobüse binebilmek, bunları yaşamak için gittim ben İngiltere’ye. Giderken kalamazsın dediler ben 7 ay kaldım.
İngiltere’nin kuzeyinde Hindley diye bir kasabanın bir okulunda 2 ay eğitim gördüm. Philipp Morris’in Mercedes’in üst düzey yöneticilerinin geldiği birebir İngilizce eğitimi aldığı bir okuldu. Günde 6 saatlik bir eğitimden sonra 2 ay içinde ciddi İngilizce konuşabilecek hale geldim. Ondan sonra Gordon’u aradım, oraya kadar kimseyi aramadım, kimseye orada olduğumu söylemedim, hiçbir Türk ile bir araya gelmedim çünkü giderken çok inanmış bir şekilde gittim; cep telefonumu iptal ettim gittim İngiltere’den bir hat aldım. Böyle bir yaşam seçtim, yaşadığım yerde ; bir tane okul, bir tane pub ve bir tane de kilise vardı. 35-36 yaşında her oyuncunun yapamayacağı bir fedakarlığı gösterdim. Ben de biliyordum 2-3 yıl daha oynayabileceğimi ama zirvede bırakmak benim için planlanmış bir projeydi. Her neyse Gordon’a dedim ki yanında çalışmak istiyorum, Gordon o dönem Newcastle United’ın Sportif Direktörüydü, Bobby Robson hayattaydı ve beni davet ettiler. Robson’ın odasına özel şifreyle girebilecek kadar yetkim vardı. 2-2.5 ay onlarla birlikteydim; antrenman, maç , oyuncu transferi, kulüp yapılanması ile ilgili ciddi bir deneyim oldu. Shearer, Bellamy, Dyer hepsiyle birlikteydim. Benim için çok keyifli bir süreçti. Soyunma odasına kadar girebiliyordum, orada Gordon ile Robson’ın olması benim her şeye kolayca ulaşmamı sağladı. Bu süreçten sonra ben bir de Manchester United’ ı etüt etmek istiyorum dedim Gordon’a, o da sağolsun Ferguson’u aradı, olur dediler ve hemen Manchester’a gittim. 2.5 ay’da orada kaldım. Orada eski Beşiktaşlı Johansen vardı. Orada da aile yanında kalıyordum; Manchester ‘ın tesislerine gidene kadar 3 metro değiştiriyordum ve bir 45 dakika daha da yürüyordum. Hep iş ahlakım ve iş sevgim dolayısıyla hiç ızdırap gibi gelmedi bunlar bana. Johansen beni 5 sene sonra ilk kez gördüğünde “Mehmeet nabeer” diye bağırdı idmanda. Orada arkadaşlık daha farklı oldu, çünkü Manchester hem Şampiyonlar Ligi oynuyor hem kupa, hem lig, hem FA kupası derken 3 günde 1 maça çıkıyorlar. Sürekli maç olduğundan dolayı fazla antrenman yapma zamanları olmuyordu, geliyorlardı hemen bir 5’e 2 top kapma veya kısa bir taktik idmanı ve sonra dinlenmeye çekiliyorlardı. Orada oyuncularla daha çok birlikte olma şansım oldu. Ferguson ile 2-3 kere görüşme şansım oldu. Manchester’da çok Türkün olması tanınma yönünde yine aynı sıkıntıları ortaya çıkardı. Ama orada öğrendiğim en önemli şey şuydu; profesyonel futbolculukta her şey önüne gelir; uçak biletin, oda anahtarın, organizasyonun hiçbir şey seni zorlamaz. İngiltere’de kendimi o duygulardan sıyırabildim; gittim restoranda sıra bekledim, gece kulübünde sıraya girdim, bunları yaşadım ama bu tecrübelerin de çok keyifli olduğunu da gördüm. İtalya’dan, Brezilya’dan, İspanya’dan bir sürü genç arkadaşlarım oldu, benim de eski futbolcu olduğumu duyduklarında bana olan ilgileri daha da çok arttı. Kariyeri bu kadar güçlü bir adamın burada onlarla sıfırdan başlamasına inanamıyorlardı.
Böyle bir 7 ay geçirdim sonra geldikten sonra ben bu işi yapabilir miyim dedim, yapamayacağımı düşünseydim yöneticiliğe yönelecektim ama yapabileceğimi düşündüm ve Malatyaspor ile ilk görevime başladım. Malatya’da 6 ay çalıştım, 2.devrenin başında gittim ; para yok, pul yok, oyuncu yok bu şartlarda 6.almıştım 7.bitirdik ligi. Bu 6 aylık süreçte kendi içimde ben bu işi yapabilirim dedim ve içimdeki kaygılarım kayboldu, daha sonra Milli Takım’da Fatih Hoca’nın yanında 6 ay çalıştım. Daha sonra 2008’de ciddi anlamda başlayan kariyerime Antalyaspor ile adım attım. 5 yıl ciddi ve başarılı bir serüven yaşadım. Zor bir süreçten kurumsallaşmış bir kulüp aşamasına başkan Hasan Bey ile beraber geldik. Ama her şeyin bir sonu var, orada da çok güzel bir noktada bıraktık. Bugün itibariyle de burada, Gençlerbirliği’nde çok güzel işler yaptık, yapmaya da devam ediyoruz. İyi bir ekibim var, arkamda hayatımı paylaştığım 7 kişilik bir grubum var, onlarla hayatı paylaşıyoruz, inşallah hep beraber daha da yukarı tırmanacağız.
Gençlerbirliği denince aklımıza ilk olarak Dünya’nın birçok tarafından bulduğu ve kar ederek sattığı futbolcular akla geliyor. Bir futbolcu fabrikası gibi çalışan bu yapının sırrı nedir? Gerçekten geniş bir gözlemci ağınız var mı ?
Ben 4 aydır buradayım, dışardan baktığımda Gençlerbirliği’nin güçlü, güvenilir ve saygın bir yapısı var. Bu yüzden Ankara’da istediğiniz oyuncuyu getirebileceğinize inanıyorum. Böyle bir şehir çünkü Ankara, son 6 yıl bu konuda ciddi sıkıntılar yaşasakta, Gençlerbirliği inşallah o eski günlerine dönecek; ucuza bulup veya yetiştirip piyasaya süren, bunun sirkülasyonunu yeniden düzgün bir şekilde yapan bir kulüp haline geleceğiz. Dışarıdan da mutlaka takviyeler yapacağız ama önce kendi ağımızı daha da genişletmeliyiz.
Antalyaspor’da 5 yıl çalışma fırsatı bularak Türkiye için ulaşılması zor bir iş başardınız, bu süreçte Fenerbahçe’nin evinde 47 maçlık yenilmezlik serisine son verdiniz, aslında bir ekol olmaya doğru gidiyordunuz, ama o dönemdeki Antalyaspor Başkanı Hasan Akıncıoğlu görevi bırakınca siz de istifa ettiniz. Sizden sonra Antalyaspor çok para harcadı ama buna rağmen düşüyor. Sizce esas olan devamlılık mı, Antalyaspor sizden sonra nerede hata yaptı ?
Antalyaspor’u da ben Gençlerbirliği’ndeki gibi aldım. Göreve getirildiğimde Antalyaspor; 2008 yılında, 8.haftada 2 puan ile lig sonuncusuydu. Ama 5 yıllık süreçte ben Antalyaspor’u geçen sezonu 7. bitirmiş, hazır ve Türk medyasının saygınlığını kazanmış bir takım olarak bıraktım. Ama bugünkü durumu hiç iç açıcı değil, ben de gördükçe üzülüyorum tabiki. Benim bıraktığım kadronun üzerine 17 oyuncu aldılar. Bireysel anlamda çok iyi oyuncuları var ama bireysel anlamda iyi oyunculara sahip olmaktan daha çok önemli olan takım olabilmek günümüz futbolunda. Oyuncu grubunu bir arada tutabilmek ve onları yönetilmek de kadro kadar önemli. Bizim Gençlerbirliği sahaya çıktığında kötü oynayabilir ama kötü mücadele etme şansı yok. Sonuna kadar mücadele eden bir takım ruhunu yansıttıkları zaman başarı geliyor. Ben Antalyaspor’da bunu görmüyorum. Bireysel olarak çok yetenekli isimler bunu takım olarak sahaya yansıtamıyorlar.
4 ağustos 2001 gününe dönersek, Türk futbol tarihinin en akılda kalan jübilesini gerçekleştirdiniz. İlk yarı sona erdiğinde İnönü kapkaranlık oldu ve takip spotları üzerinize düştü. O an ki hislerinizi bizimle de paylaşır mıydınız?
O jübile 8 aylık bir çalışmanın ürünüdür aslında. Amatörü ile profesyoneliyle birçok insan o gün için beraber çalıştılar. İlk önce acaba tüm maçı 90 dakika oynayıp bir ilk mi gerçekleştirsek diye düşündük. Ama sonra 45 dakikanın daha sağlıklı olduğunu çünkü 15 dakikalık arada görsel şöleni gerçekleştirebileceğimizi düşündük ve o arada insanların duygu selini daha yukarıya çıkarmayı hedefledik ve başardık. Çocuklar sahaya koştular, kariyerim ile ilgili manşetler dev ekrana yansıtıldı, herkes ağladı ama benim gözyaşım herkes gittikten sonra düştü. İşler bitti, stat tamamen kapandı, şoför beni beklerken çok sevdiğim arkadaşım olan Erkut’u da yolladıktan sonra arabaya bindim. İşte o zaman bütün futbol hayatım gözlerimin önünden geçti ve işte o zaman gözyaşı dökmeye başladım, dökmedim değil. Çünkü bir de bu işte ülkenin en önemli 2 tane kurumunun, Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfının ve Beşiktaş’ın hatta Milan’ı da buna katalım 3 büyük kurumun, bireysel olarak Mehmet Özdilek’in Fatih Hoca’nın hatta bize destek veren sanatçıların ve vatandaşların projesi olmuştu bu iş. Birçok insanın hiçbir karşılık beklemeden Türk eğitimine ve sporuna katkı yaptığı örnek bir projeydi ve maç sonunda Milanlı oyuncuların birçoğunun keşke biz de böyle bir jübile yapabilsek düşüncesini yürekten ifade etmeleri bizim açımızdan çok önemliydi. O an, biz çok üst düzey bir iş başarmışız dedik. Çünkü ilk konuşmalarımızda bize böyle bir proje yapamazsınız dediler, ben de çocuğun olduğu her yerde güven varsa ve kişiler ile kurumlar doğruysa Türk halkının çabucak bütünleşebileceğine ve tek yumruk olabileceğine inanıyordum. 2001 yılındaki çok büyük krize rağmen, bu organizasyonda çok büyük bir meblağ toplandı ve bu para Türk milletinin çocuklarının gelişime ve eğitimine armağan edildi. Bu olay benim de çocuklarıma bırakabileceğim en büyük hazinedir.
Röportaj sırasında kullanılan fotoğraflar: Ntvspor arşivi, AA, ligtv.com ve Gençlerbirliği’nin resmi internet sitesinden alınmıştır.
Kartal
Gerçek efsane.. Ne denirse denilsin 1 milyon çocuğa eğitim kapısını araladı. Güzel jübileyi hak edenlerdendi..