“Şu anda en iyisi İstanbul’da olmak. Seninle. Ama, kıramadığım zincirlerle bağlıyım. Kıramıyorum. 500’ü yarıya indirdim. Bu, 500’ün yarısı kadar saat sonra yaşayacağım demektir. Yaşamayı nasıl özledim bilsen.”
Yaşamayı Nasıl Özledim Bilsen! Yazar Erdal Öz’ün 1957 ve 1958 yıllarında, şair Türkân İldeniz’e yazdığı on sekiz mektuptan oluşan bir kitap. Erdal Öz henüz 22 yaşında, Türkân İldeniz ise 19 yaşında birer gençken, aralarındaki duygusal, coşkulu, heyecanlı, aşkla ve edebiyatla dolu ilişkiden bugüne kalan mektuplar. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tanışıyorlar. Fakat askerlik işleri yüzünden, Ankara’ya gitmek zorunda kalıyor Erdal Öz. Edebiyattan bir kopmaz bağ kurmuşlar aralarında. Türkân İldeniz’in şiirleri, Erdal Öz’ün eleştirileri… Dahası aşk, uzak kalmalar, ayrı düşmeler, özlem… Yalnızca sevgi ve aşkla bir sevgiliye yazılmış olmanın ötesinde; dönemin edebiyatına, şairlerine ve yazarlarına dair değerlendirmeler de görüyorsunuz. Attila İlhan, Edip Cansever, Gülten Akın, Sait Faik ve daha bir sürü tanıdık isim çıkıyor karşınıza. Gözünüzde, gönlünüzde kocaman yerleri olan, siz daha gelmeden bu dünyadan gitmiş simge kişilere de göndermelerde bulunuluyor; onlara etten kemikten bir görüntü veriliyor aklınızda. Mesela, Ankara’da bir pastaneye giderken Attilâ İlhan çıkıyor karşınıza. İkinci Yeni şiirini şiddetle yıkmak arzusu anlatılıyor. Bunları edebiyat tarihi kitaplarında okusanız, asla ulaşamayacağınız bir gerçeklik duygusuna kapılıyorsunuz. Ve yine bütün Erdal Öz kitaplarında olduğu gibi cümleler birbirini kovalıyor, akıyor, heyecanla altı çizilecek yerler hiç bitmiyor. Sanatın, hayattan daha gerçek olduğuna dair bir inanç geliştiriyorsunuz.
Sanatta “bulmak” tehlikedir. “Aramak” ise sanatın cennete giden tek ve biricik yoludur. “Aramak”ların sonunda “Bulmak”lar vardır. Ama “Aramak” sonu olmayan, bitmeyen bir çabadır. “Bulmak” ise bir donukluktur, donmaktır, heykelleşmektir. Sanatı ve aşkı birbirinden ayırmıyor Erdal Öz. İkisinde de sürekli bir “arayış içinde olma”nın altını çiziyor. Bunun önemini vurguluyor. Bulup da son vermek ya da bulamayıp geri dönmek değil bu. Aşkınıza bir karşılık bulmaya bakmadan koşmayı göze alabilmek. Sahip olmak, alıkoymak, zapt etmek… Tüm bunların bencilliğinden uzak, hep bir yerlere dağıtarak ve dağılarak ilerlemek. Fakat yok oluşu getiren bir dağılma hâli değil bu. Sanatta da aşkta da ileri gitmek, paylaşmakla ve almadan vermeyi becermekle mümkündür çünkü. Erdal Öz’ün aylar boyu hiç karşılığını almadan yazmaya devam ettiği mektuplarda bunu görüyoruz. Yürümeyi öğrenelim. Yürümemiz gerek. Durmaksa ölmektir, diyor. O anlattıkça, bir yerlere koşar adım ilerlemenin heyecanını duyuyorsunuz siz de içinizde. Üretmenin, durmadan gitmenin, çabalamanın tadını hatırlıyorsunuz. Anlamını yitiren ne varsa yaşama uğraşınıza dair, durup bir kere daha düşünüyorsunuz üzerine.
Yazının başında da belirttiğim gibi, mektupların insanı en çok etkileyen taraflarından biri de Erdal Öz’ün Türkân’ın şiirine yaptığı eleştirileri içermesiydi. Hayatımızdaki en büyük eksikliklerden birinin de bu olduğuna inanıyorum. Sevdiğin, değer verdiğin bir kişi tarafından beğenilmenin, takdir edilmenin, cesaretlendirilmenin güzelliğini hep vurgulamışımdır. Fakat bunun boş kalan bir yanı vardı. Bu boşluğu en güzel hâliyle doldurmuş Türkân İldeniz’in hayatında Erdal Öz. Ona “çocuk” diye hitap ediyor. Sen “hayır” demesini daha bilmeyen bir çocuksun. ÇOCUKSUN. “Evet”lerle dolusun. Ara sıra da olsa “hayır” diyeceğin günlerin güzel kişiliğine oturmanı bekliyorum. Müthiş bir uyarmadır bu, omuzlarından sarsıp kendine getirmedir. Hayatta bazı şeyleri tek başınıza göremediğiniz, fark edemediğiniz; olan bitenin üstesinden gelemediğiniz anlar vardır. Böyle zamanlarda size açılan bir kapı, sunulan bir yol varsa gerçekten şanslısınız demektir. Kendinize yapay eleştirmenler yaratamazsınız. Kalıcı ve etkili değişimler getirmez size bunlar. Yoğun sevginin etkisiyle, sevilenin başarısından kıvanç duymanın isteği ve beklentisiyle, kendiliğinden gelirse bir anlamı oluyor eleştirilmenin. İşte kırmadan, yakmadan, küllere çevirmeden de eleştirmenin ve uyarmanın olabilirliğini görüyoruz bu mektuplarda. Bence en çok ihtiyaç duyduğumuz şeylerden biridir bu, hayatın her alanına dair. Aşka, dostluğa, işe ve sanata dair. İlişkiden beklenti her türlü olumsuz değerlendirmeye kapalı, salt güzellemelerden ibaret olmamalı. Bunlara kırılmamayı öğrenip, bunlardan beslenmeye başladığımız gün gerçekten güzel bir adım atmış olacağız kendimizi iyileştirmeye ve geliştirmeye.
O yaşında bile öylesine keskin, kendinden emin, kararlı bir duruşu var Erdal Öz’ün. Etrafında olan bitene yaşının çok üzerinde tepkiler veriyor. Müthiş bir gözlem gücü ve bilinci var. Bunu da hayatında edebiyata yer olan bir insanın olgunluğuna, erginliğine, dünyaya bakış açısının genişliğine, hayatı algılayışının derinliğine ve duyarlılığına bir örnek olarak görüyorum. Edebiyatla fazlaca haşır neşir olmanın, kuşkusuz insanı büyüten bir yanı var. Ve bu büyümenin sınırı da yok. Durmadan büyüyorsunuz, git git bitmiyor.
Aşkı ve güzel sevmeyi gerçekten bilen bir adamın heyecanına tanık oluyorsunuz kitap boyunca. Yükselişlerine ve sonra birden inişlerine iç çekiyorsunuz onunla birlikte. Ve itiraf edeyim, kadınsanız; azıcık da kıskançlık duyuyorsunuz. Hakkınızdır. Şu mektupları okuduktan sonra; daha çok yazmak, daha güzel yaşamak, sevmek ve daha çok sevmek istiyor insan. Benim de bazı güzel duygulardan ve bazı güzel insanlardan ne kadar yoksun olduğumu anlamak için bu mektuplara ihtiyacım varmış meğer! Yaşamayı ne çok severmişim meğer! Ve yaşamayı ne çok özlemişim meğer!
Gözlerinizden öpenleriniz çok olsun. Sevgimle…