“The Lovely Wall”. Wasja Götze, 1988

II. Dünya Savaşı sonu… Yüzyılın şüphesiz en acı olayı son bulmuş olsa da savaşı kazanan taraflar, birbirleriyle rekabete girmeye devam ediyor. II. Dünya Savaşı’nın doğrudan sonuçlarını dedelerimizden veya ebeveynlerimizden duyuyoruz, farklı öğretilerin ürünü olan kitaplardan sık sık okuyoruz; fakat kesin olan bir şey varsa o da bu savaşın sadece politik sonuçlarının değil dolaylı sonuçlarının da olması. Yakın tarihe baktığımızda medya, sinema, tiyatro ve resim gibi yaratıcı alanlardaki değişiklikleri ve ilerlemeleri de görebiliyoruz. Almanya’nın sosyalist doğu ve kapitalist batı taraflarına toplumsal ve politik eğilimler itibariyle ayrılması örneği (tıpkı Berlin’in 1961’de Berlin Duvarı’yla ikiye ayrılması gibi) çeşitli disiplinlerden sanatçı, yazar ve fikir insanları için, iki taraf arasında düşünce ve yaratıcılık bakımından bir tür mübadele ve birbirini izleme hâli olup olmadığını araştırmaya her zaman uygun bir platform olmuştur. Görünüşte Batı ve Doğu arasında sanatsal ilham bakımından günlük bazda bir etkileşim olmasa bile, sınırlar çizilmeden önce bu iki tarafın daimî kültür birliğinden ve sınırlar çizildikten sonra kültür “alışverişinden” meydana gelen o zengin ortamı gözlemlemek mümkün mü? Alman sanatı sadece Batı’nın ağır kapitalizminden etkilenmiş, hareket alanı dar, despot bir sanat mı; yoksa hem Batı’nın hem de Doğu’nun renklerini yansıtan benzersiz bir birliktelik mi?

 Amerika Birleşik Devletleri ve SSCB öyle önüne geçilemez bir silahlanma yarışına girdi ki, diğer devletleri de Soğuk Savaş girdabına sürüklediler ve onları da birer taraf seçmek zorunluluğunda bıraktılar. Bütün bunlar aynı zamanda kapitalizm ve sosyalizm arasında sembolik bir çatışmaydı. 1. Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi, Almanlar eski liderlerinin Avrupa genelinde insanlığa verdiği hasarın altında ezilmiş hâldeydiler ve bedel olarak, savaştan sonraki gerçekle yüzleşmek ve eski faşist rejimin tüm hatalarının cefasını çekmek durumunda bırakıldılar. Savaştan galip çıkan ‘Müttefikler’ Potsdam Anlaşması’nı imzaladı, böylece önceki Yalta Konferansı’nın öngördüğü ilkeleri yeniden teyit etti ve savaştan çıkan Avrupa ile birlikte Almanya’nın kaderini belirledi. Başkent Berlin, ülkenin geri kalanı gibi ikiye ayrıldı: Batı Almanya, Batı’yı yöneten güçlerin (İngiltere, ABD ve Fransa) bu taraftaki Alman halkını kapitalist bir yaşam tarzının tesiri altında bırakmasından ötürü, doğal olarak kapitalist bir yönelim izlemeye kanalize edilmiş; aynı dönemde Marksist-Leninist veya sosyalist bir rejim yerine “anti-faşist, demokratik bir rejim” uyguladığı iddiasıyla ve önceleri “bir bütün” olan ülkenin doğu yarısındaki tek iktidar olmasıyla SSCB, Doğu Almanya’yı sosyalist bir yönelim izlemeye yönlendirmişti.

“Drunk Couple”
Lutz Fleischer, 1981

Berlin Duvarı, Berlin’in tam kalbine inşa edileli çok oldu. “Demir Perde” isminin hakkını da vererek şehri demirden yapılmış bir perde gibi ikiye ayırdı. Bugün hala East Side Gallery’de bulunan kalıntıları, II. Dünya Savaşı sonrasının ve Soğuk Savaş’ın başlangıcının cisimleşmiş, en somut örneklerinden biridir. Doğu Almanya’nın genelde Batı’dan izole ve daha muhafazakâr olduğu yaygın bir kanıyken Batı’nın yaşam tarzı, sanat gibi konularda daha “özgür” olduğu düşünülüyordu. Bu perde gururlu bir toplumu uluorta ikiye bölüyor, baskıcı ve talepkâr bir düzen istiyordu. Ama iki taraf arasındaki kültür alışverişi, insanlar arasında hasreti körükleyip uzun süreli bir soğukluk yaratan, ülkenin “bir”liğini reddeden bu karşı konulamaz duvar olgusuna karşın duraksama yaşamadı. Çoğu için duvar, halkın bütünlüğüne zarar vererek Almanya’yı bir tür toplumsal kısırlık sürecine terk etmişti kuşkusuz; ancak sonraları bu genellemenin yanlış olduğu, yıllar boyunca yapılan birçok sanat tarihi araştırması ve yazılı eserle kanıtlandı. Avrupa’nın merkezinde halkları ikiye ayıran bir duvar olgusu, insanlara “demir gibi katı” görünse de aslında Almanya’nın üretkenliğine büyükçe bir zarar vermemişti. İnşa edilmesinin birincil amacı düpedüz fikir ayrılıklarını kızıştırmak olan bu zoraki yapı, yalnızca fiziksel olmanın önüne geçememişti. Buna rağmen bir nesil, Kasım 1989’da “duvarları yıkana” kadar politik cisimleştirmenin ürünü Berlin Duvarı’nın güçlü köklerle beslenen bir toplumda dahi zorla dayatılmasına ve siyasi bir ifade olarak empoze edilmesine tanık oldu. Duvar yıkılmadan önce bile Alman halkının siyasi, sivil, ifade ve bağımsız iç ilişkiler gibi özgürlüklerini geniş kapsamda geri alması an meselesiydi.

Doğudaki Alman sanatçıların kavramsal ve fikirsel bakımdan Batı’dan izole edildiği fikrinin yaygın bir inanış olduğundan bahsetmiştik. Bu konuyla ilgili Alman fikir insanı ve  sanat galerisi müdürü Paul Kaiser, Doğu Alman sanatında popülist ve modernlik karşıtı bir tarzın uygulanma amacının, 1961’de duvarın inşası yoluyla uluslararası sanatın gelişiminden katı bir şekilde soyutlanmasıyla beraber tam anlamıyla güçlendirildiğini yazmıştı (Eisman 598). Doğu Almanya’ya bir tür sanatsal izolasyon uygulandığı fikrini destekleyen Paul Kaiser ve diğer araştırmacılar tarafından yapılan diğer çalışmalar, Doğu ile Batı arasında sanat alanında kültürel alışveriş olmasına rağmen Doğu’daki sanatçıların, Doğu Almanya’nın sözde “anti-faşist” rejimi altında Batı tarafından üretilen sanatın kazanımlarından ve kültürel avantajlarından tam anlamıyla yararlanmadıklarını işaret ediyor. Bu algının kaynağı, o dönemde edebiyat, film ve malzeme kültüründe (material culture) yapılan çalışmaların tutarlı ve sık olup Alman modernizmi dönemi öncesinde resim disiplinine ilişkin Doğu Alman çalışmalarının istisnai olması. Resim, Doğu Almanya’da sosyalist kişiliklerin inşasını desteklemesiyle temel bir rol oynamış olsa da bugün bile sosyalist realizm etkisinde iyi yapılmış çalışmalar bulmak zor. Fakat bu, bugün Doğu ile Batı arasındaki kültürel mübadeleye ışık tutamayacağımız anlamına gelmiyor; Doğu Alman sanatçılar tarafından verilmiş çeşitli eserlerdeki nüanslarla birbirine sıkı sıkı kenetlenmiş, bariz kültürel bağları gözlemek mümkün.

Batı Alman sanatı, Doğu Almanya’da yaşayan sanatçılar için “Pandora’nın kutusu” değildi. Gerçek şu ki, Almanya’daki iki “sanat türü” arasında Batı Alman sanatı daha uluslararası olup daha büyük kitleler tarafından kabul görürken Doğu Alman sanatı ülke sınırları içerisinde kalmakla yetinmiş (ya da buna zorlanmış) bir sanattı. Bu nedenle Avrupa’nın kalbinde yer alan Batı Almanya, Doğu Almanya da dâhil olmak üzere tüm Avrupa ve dünyadaki sanat topluluğuna açıktı. Bununla ilgili Doğu Alman yazar Christa Wolf, 1991’de Jürgen Habermas’a yazdığı mektubunda şöyle diyor “Biz Doğu’dakilerin, Batı ve oradaki yaşam koşulları hakkındaki bilgisi Batılı meslektaşlarımızın biz ve buradaki yaşam koşulları hakkındaki bilgilerinden şüphesiz daha fazlaydı…” (Eisman 600). Aslında Batı Almanya’nın Doğu Alman sanatçılara, çalışmalarını daha büyük bir kitle ile paylaşmaları için birçok platform (sergi ve çalışma alanı) sağladığını söylemek mümkün. Doğu Almanya, iki taraf arasındaki bu sınır ötesi kültürel birikim konusunda hiç de kısıtlayıcı değildi; ancak kendi içerisinde oldukça muhafazakârdı. Doğu Alman araştırmacılara medya ve tasarım gibi alanlarda Batı Almanlarla işbirliği yapma fırsatı doğduğu zaman, halkın medyaya erişimi de kısıtlanmazdı. Bu nedenle Doğu Almanlar Batı Almanya’nın “kapitalist” medyasına da maruz kalıyordu. “Doğu Almanya’da seçkin fikir insanları olarak değerlendirilen sanatçılar, özellikle Batı sanatı ile ilgili olarak, halkın kullanabileceği bilgilerin ötesinde kaynaklara ve fırsatlara da erişebiliyordu. Doğudaki sanat okullarında Batı sanatı hakkında kitaplara ve Batı sanat dergilerinde aboneliklere sahiplerdi… Ayrıca Batı Alman gazetelerine, dergilerine ve duvar üzerinden aşırılan kitaplara da erişimleri vardı” (Eisman 600). Sonuç olarak hem Doğu’dan hem Batı’dan bazı Alman sanatçılar, Doğu Alman meslektaşlarının eserlerinde benzer ve sınırlı düşünce çizgilerini (muhtemelen sosyalizme paralel düşüncelere atıfta bulunarak) takip ettikleri fikrinde ısrarcı olsalar bile Batı düşüncesinin medya ve edebiyat gibi alanlarla birlikte güzel sanatlar üzerindeki etkisi Doğu Almanya’da da sürekli ve gözlenebilir nitelikteydi.

1980’lerin sonunda, Doğu Almanya’daki sanatçıların ortaya koyduklarının yanı sıra  Doğu Alman sanat eserlerinin orijinalliği sayesinde Doğu Almanya da Avusturya, Belçika, Fransa, İtalya, Hollanda dahil olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinden ve tabii ki Batı Almanya’dan gelen turistlerin ve sanatçıların ziyaretine açık sergilere ev sahipliği yapabilecek durumdaydı. Bu dönemden önce, Doğu Alman sanatı kültürel muhafazakarlığın zirvesindeyken bile, basın-yayın organlarında sınırın dışında yapılacak yıllık sergilerle ilgili haberler yer alırdı. Dolayısıyla sanatseverler bu gibi kültürel etkinliklerden haberdar edilirdi. Yine de Batı Almanya, Almanya dışından gelen sanatseverler için gidilecek ilk yer olurdu: “Paul Klee, Franz Marc, Frans Masereel ve Max Pechstein gibi savaş öncesi modernistler gibi, Amerikan Edward ve Nancy Kienholz ve Cindy Sherman gibi savaş sonrası sanatçılara” (Eisman 601) ev sahipliği yapan sergi ve kültürel etkinlikler genellikle yoğun ilgi çekerdi. Batı’nın sanat camiasındaki öncü rolü öyle çarpıcıydı ki Doğu, kapitalist sanat fikrini gittikçe daha da benimser oldu: Doğu’da üretilen sanat eserleri Doğu Almanya’ya ait olarak tanıtılsa da, eserlerde Batı’dan izler görmek pek mümkündü. 1972’de Hans Jürgen Pappies adında bir Doğu Alman sanat tarihçisi, Doğu Almanya’nın resmi sanat Dergisi Bildende Kunst’da “pop art”ın Doğu Almanya’da baskın ve revaçta bir sanat biçimi olduğuna dair bir makale yayınladığında, Doğu Alman sanat eserlerinin sadece Doğu Almanya’ya değil tüm dünyaya tanıtılabileceği sergiler ve kültürel aktiviteler düzenlenilebilmesi için kapitalist medyanın yanı sıra kapitalist sanata da ihtiyaç olduğu doğrulandı.  Bu makale bir bakıma Amerikan sanatı ve medyasına olan hayranlığın bir ifadesiydi; fakat her nasılsa sosyalist Doğu’nun resmi sanat dergisinde yayınlanmıştı. O zamanlar Sovyetler 1950’lerde dayattıkları kültürel muhafazakarlık uygulamasının kontrolünü çoktan kaybetmiş gibi görünüyordu.

Bu durum “Modern Sanat ne kadar yeni?” ya da “Doğu’da “pop art”tan başka sanat var mı?” gibi soruları beraberinde getirdi. Buna cevaben sanatın güzel, politik, pahalı ya da “yeni” olması gerekmediği gibi, Demir Perde’nin gölgesi altında dallanıp budaklanan Doğu Alman Modern Sanatı, her şeyden önce sanattır ve yorumcuya açıktır. Eninde sonunda dönemin birçok sanatçısı, meşhur “pop art”tan bir hayli etkilenmiş olsa da kendi tarzını bulmuştu. Doğu’da kapitalist “pop art”tan başka sanatlar elbette ki vardı; çünkü neden olmasındı? Sosyalist realizm vardı ve evet, özgün olsun ya da olmasın o da sanattı; sanat olduğu için sanattı.

Not: Yazının İngilizce aslından Türkçe’ye çevrilmesinde katkılarından dolayı Yaren Kamar’a teşekkür ediyorum.

Kaynakça:

Eisman, A. A. (2015, October 3). East German Art and the Permeability of the Berlin Wall [Scholarly project]. Retrieved April 23, 2020.

https://www.independent.co.uk/arts-entertainment/east-germany-art-fall-berlin-wall-gdr-stasi-cold-war-era-a9020381.html

https://www.bbc.co.uk/programmes/articles/p8VPQ38dPDdknlYB2h3tXr/the-unsung-heroes-of-german-pop-art

Leave a Reply