GazeteBilkent: Kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

Ben Halil Akbulut. 2015 yılı Hukuk Fakültesi mezunuyum. 2015 yılı Temmuz ayından beri DenizBank Teftiş Kurulunda müfettiş yardımcısı olarak çalışıyorum.

GazeteBilkent: Okumuş olduğunuz bölümü seçme sebebiniz ne idi?

Hukuk bölümünü meslek amaçlı seçmedim. Zaten şu anda da gördüğünüz gibi klasik hukuk meslekleri olan avukatlık, hakimlik ve savcılık mesleklerinden birini icra etmiyorum. Hukuk bölümünü lise sonunda eşit ağırlık alanında tercih yapılabilecek en prestijli bölüm olduğu için ve bölüm seçenekleri arasında bir kişiye en çok şeyi katabilecek bölüm olduğunu düşündüğüm için seçtim. Fakat bugün geçmişe dönüp tekrar tercih yapacak olsam Hukuk yerine İktisat, Endüstri Mühendisliği vb. bölümleri yazardım.

GazeteBilkent: Neden?

Hukuk, Tıp gibi bölümler bir alanda uzmanlaşma sağlıyor. Uzmanlaşma çoğu kişi tarafından kola takılmış bir bilezik olarak görülür ama o bileziğe hapsedilme durumunuzu da göz önünde bulundurmanız gerekir. Örneğin; müfettişlik vb. birkaç sınırlı pozisyon dışında hukuk fakültesi mezunu biri özel şirketlere başvuramaz. Lise sonunda öğrencilerin çoğu bilinçli bir bölüm tercihi yapmıyor. Ya puanı “ziyan” olmasın diye ya da puanı o bölüme “yetiyor” diye tercih yapan binlerce öğrenci var. Ben de puanım ziyan olmasın diye Hukuk yazanlardanım. Hukuk fakültesini tercih ettiğinizde bir nevi kendinizi kamu, akademisyenlik, avukatlık, hakimlik ve savcılık gibi çok sınırlı bir meslek listesine hapsetmiş oluyorsunuz. Bu mesleklerin bazılarını yapmak istemediğimi veya kamuya torpil dışında girmemin çok zor olduğunu fark ettiğimde artık çok geçti. Bugün olsa hem böyle bir sınırlama getirmeyen hem de belli bir donanım katacağını düşündüğüm İktisat, Endüstri Mühendisliği gibi bölümleri yazardım.

GazeteBilkent: Bilkent’i 3 kelime ile tanımlayın dersek; bu kelimeler neler olurdu?

Sınav, essay, withdraw

GazeteBilkent: Bilkent’te en çok özlediğiniz şey nedir peki?

Valla öğleye kadar uyuduğum yurt yatağımı özlüyorum. Kampüsün her yerinde arkadaşlarımla geçirdiğim zamanları, paylaştığım şeyleri özlüyorum.

GazeteBilkent: Hukuk bölümünü okuyup Banka Müfettişliği alanında kendinize kariyer çizdiniz. Klasik hukuk kariyer devamı olan avukatlık, hakimlik ve savcılıktan çok daha farklı bir yol olduğu aşikar. Sizce kimler böyle bir kariyer çizmeli?

Öncelikle bankacılık alanında kariyer yapmak isteyenler için Teftiş Kurulları biçilmiş bir kaftan. Az az da olsa bankacılığın tüm alanlarına dokunuyorsunuz. Verilen eğitimlerin yanı sıra biraz da kendi çabanızla bankacılık, finans, ekonomi gibi alanlarda iyi bir bilgi sahibi olabilirsiniz. Bankacılık sektörü güncel gelişmelerden sürekli olarak etkilendiği için sizi de güncel gelişmeleri takip etmeye zorluyor. Bunun yanı sıra teftiş denetim sektörünün bir parçası. Hedef baskısı ile sürekli koşturmaca gerektiren satış departmanlarını istemeyenler için denetim sektörü kalifiye bir alternatif sunuyor. Ancak icrai bir alan olmadığı için işin içinde yer almak isteyen, işin bir parçası olmak isteyenlere de önermem.

GazeteBilkent: Mesleğiniz gereği çok fazla dolaşıyorsunuz şu ana kadar çalışmaktan en çok zevk aldığınız şehir hangisiydi ve neden?

Şu ana kadar en çok İzmir’i sevdim. Diğer şehirlere nazaran daha rahat, güler yüzlü, yardımsever insanları, insana huzur veren Kordon’u ve diğer sahilleri, çevresinde gezilebilecek yerlerle birlikte harika bir şehir olduğunu düşünüyorum. Potansiyeli çok yüksek bir şehir. Ancak bu potansiyel iyi ki kullanılmamış. Eğer kullanılırsa bu büyüsü de bozulur muhtemelen. Kendi yağında kavrulan bir şehir olarak, kendine has insanlarıyla İzmir bence Türkiye’de yaşam standartları en yüksek şehir.

GazeteBilkent: Mesleğiniz gereği ekonomi ile haşır neşirsiniz. Son zamanlarda hükümet kanadından sık sık banka faizlerinin yüksek olduğu, bankaların reel sektöre destek vermediği ve halk üzerinden fahiş karlar elde ettiği yönünde açıklamalar geliyor. Sektörün içinden biri olarak bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Sizin de dediğiniz gibi bankalar faizi yüksek tuttukları gerekçesiyle eleştiriliyor. Bankalara bu konuda hükümet kanadından tehdit dahi geldi. Gelen tehditlerin ardından neredeyse tüm bankalar faiz indirimine gittiler. Yine de sanki aynı ekonomik şartlara sahipmişiz gibi halen faizlerin dünyaya göre çok yüksek olduğu söyleniyor. Bildiğiniz gibi cumhurbaşkanı tarafından sık sık “Ne olursa olsun faizi düşürmeliyiz. Faiz düşsün ki yatırım yapılabilsin.” açıklaması yapılıyor ve bu açıklama her mecrada dillendiriliyor. Halbuki verilere baktığımızda yatırım ile kredi faiz oranları arasında net bir korelasyon yok. Faizler düşerse yatırım ucuzlar ancak direk artar diyemiyoruz. Yatırım yapacak şirket veya kişi faiz oranından önce ülkede yatırım yapılabilecek bir ortam olup olmadığını değerlendirir. Bu noktada siyasi riskleri, ekonomik gidişatı göz önüne alır ve yapacağı yatırımın kendisine artı olarak döneceği noktasında tereddüte düşerse yatırım kararını erteler. Hepimizin gözlemlediği gibi son 1 yılda ülkemizde hem siyasi hem de ekonomik riskler arttı. Asıl sorun bu iken, Türkiye’nin kangren haline gelmiş ekonomik sorunlarına yapısal reformları hayata geçirerek çözüm bulmak varken bankalar günah keçisi ilan ediliyor. Uzun vadeli çözüm sağlayacak ancak uzun ve meşakkatli olabilecek bir süreci başlatmak yerine her zamanki gibi kısa vadede oy kaybettirmeyecek siyasi şovlar tercih ediliyor. Peki bankalar faizlerin düşmesini istemez mi? Bu soruda maalesef iktisat öğrencileri, mezunları dahi afallıyor. Türkiye’deki bankaların karı faizler düşerse artar. Dövizin ateşini almak için yaptığı son politika faizi artışı haricinde Merkez Bankası bu yıl bankaların kaynak maliyetini asıl etkileyen faiz silahı gecelik fonlama faizini kademe kademe altı kez düşürdü. Merkez Bankası tarafından bankalara sağlanan fon bankaların bilançolarının pasif tarafında yaklaşık yüzde 10 paya sahip. Bu durum direkt olarak bankaların açıkladığı kar rakamlarına pozitif olarak yansıdı.  Bunun sebebi Türkiye’deki bankaların bilançolarındaki pasif tarafın kısa vadeli, aktif tarafın ise uzun vadeli olmasıdır. Bankaların en büyük fon kaynağı olan mevduat kaleminin çok büyük kısmı 1-3 ay vadeli iken, kullandırdıkları kredilerin ortalama vadesi 1 yıl. Faiz yükseldiğinde bankalar mevduat faizini arttırmak zorunda kalıyorlar fakat kredi faizini aynı hızda arttıramıyorlar. Hatta spot kredilerde ve ödeme planına bağlı daha uzun vadeli taksitli kredilerde hiçbir şekilde arttıramıyorlar. Müşteri ile hangi faiz oranında mutabık kalındıysa vade sonuna kadar o oran geçerli. 10 yıl vadeli konut kredilerini düşünün. 10 yıl boyunca faizin ne olabileceğini kestirmek mümkün değil. Bu yıl içinde bir ara mevduat faiz oranları birkaç yıl önce verilen konut kredisi faiz oranlarını geçti. Zaten Türk bankacılık sektörünün de en büyük risklerinden biri söz konusu bilanço yapısından dolayı faiz riski.

Teftiş yapmak (Temsili)

Teftiş yapmak (Temsili)

GazeteBilkent: Ne olursa kredi faizleri düşer?

Faiz en basit ifadeyle paranın kirasıdır. Bir evin kirası nasıl düşer? Piyasadaki kiralık ev arzı kiralık ev talebinden fazlaysa kiralar düşer. İktisattaki en temel önermelerden biri bu. Faiz için de fon piyasasının fon arz edenler ile fon talep edenler olmak üzere iki tarafı var. Bankalar ise fon arz edenler ile fon talep edenler arasındaki aracı kurumlardan en büyüğü. Faiz yükseldiğinde fon arzı, faiz düştüğünde ise fon talebi artar. Türkiye’de 2000’li yıllarla birlikte başlayan ve kronik hastalık olarak adlandırılan bir cari açık sorunu var. Yatırım oranı ile tasarruf oranı arasındaki fark bize cari açığı veriyor. Verilere baktığımızda 2000’li yıllarla birlikte Türkiye’de yatırım oranının çok fazla değişmediğini, kamu tasarruf oranının arttığını fakat özel kesim tasarruf oranının hızla azaldığını görüyoruz. 90’lı yıllarda faiz şimdiye göre çok çok daha yüksekken yatırım oranımız aynı seviyedeydi, tasarruf oranımız ise çok daha yüksekti, aman aman bir cari açık vermediğimiz gibi cari fazla verdiğimiz zamanlar da oluyordu. Demek ki faizler düşmeli ki yatırımlar artsın önermesi tek başına yeterli bir önerme değil. Kredi faizlerinin düşmesini istiyorsak fonu ucuza mal etmemiz lazım, fonu ucuza mal etmemiz için ise fon arzının yani tasarrufların çok olması lazım. Tasarrufların çok olması için ise fon arzedene tatmin edici bir reel faiz sunmamız lazım. Enflasyonu düşük ve sürdürülebilir bir seviyede tutarak tasarruf sahibine tatmin edici bir reel faiz verdiğimizde tasarruf oranının tekrar artışa geçmesini bekleyebiliriz. Demek ki enflasyonla mücadele etmeden faizin düşmesini beklemek mümkün değil. Faiz enflasyonun sonucudur, piyasa faizi enflasyon verisini izler. Banka mevduat faizleri de piyasa faizini izlemek zorunda. Tepeden inme kararlarla Merkez Bankası’nın yapacağı faiz indirimi enflasyonu fırlatır, piyasa faizi enflasyonu izleyeceği için yükselir. Bir diğer etken, tasarruf oranı düşük olduğundan Türkiye’deki bankalar yurtdışındaki bankalardan sendikasyon ve seküritizasyon kredileri kullanarak tasarruf ithal ediyorlar, dövizi TL’ye çevirip TL kredi kullandırıyorlar. Bu durumda da kur riski ile karşı karşıya kalıyorlar, bu riski yönetebilmek için de yine yurtdışı piyasa ile swap işlemi yapıyorlar. Bu swap maliyeti de kredi faizlerini arttırıyor. Bir diğer etken Türk bankacılık sisteminin operasyonel maliyetlerinin çok fazla olması. Türk bankacılık sektöründe 1 özel banka hariç tüm bankalarda maliyet gelir oranı %50’nin üzerinde. Dünya ile yarışan, Avrupa bankalarını geride bırakmış bir Türk bankacılık sektörü var ancak mobil ve internet bankacılığı kullanımı halen olması gereken seviyeden çok uzak. Dekontu görmeden içi rahat etmeyen müşteri sayısı çok fazla. Bütün bunlar ister istemez kredi faizlerini arttırıyor.  Tüm bu bahsettiklerim faizin uzun vadeli düşük kalabilmesi için. Yoksa son zamanlarda gördüğümüz gibi siyasi talimatlarla da kredi faizleri ve dolayısıyla mevduat faizleri düşebiliyor. Yine de banka mevduat faizleri şu an ortalama yüzde 10 civarında. Sokakta çıkıp bir anket yapılsın bakalım halk faizin mi enflasyonun mu düşmesini tercih eder? Ceteris paribus bir önerme ezberlenmiş, papağan gibi söylenip duruyor. Faizin cari açık veren ülkelerdeki bir diğer tanımı da ülke riskinin fiyatı olmasıdır. Türkiye’deki gibi büyüyebilmek için dışarıdan fon ithal etmek zorundaysanız, hele potansiyel büyüme oranı olan yüzde 5 büyüme oranını yakalamak için en az %15 kredi büyümesine ihtiyaç duyuyorsanız, siyasi riskleri de engelleyemiyorsanız tatmin edici seviyede bir faiz sunmak zorundasınız. Yoksa bugünlerde yaşadığımız gibi bir yandan  faiz tekerlemesi bir yandan döviz bozdurma türküsü söylerken bir yandan da döviz kurunu kafa yukarıda izlemek ve döviz kurunun yarattığı enflasyon ve küçülme karşısında ağıt yakmak zorunda kalırsınız.

GazeteBilkent: Merkez Bankası da çok fazla eleştiriliyor. Ne yaparsa yapsın birileri memnun olmayacak gibi.

Merkez Bankasının eleştirilme sebebi eski başkanı Erdem Başçı zamanından beri asli vazifesinden uzaklaştığının ve aldığı kararlarla gün geçtikçe kredibilitesini yitirdiğinin düşünülmesi. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının asli görevi enflasyonu düşük ve sürdürülebilir seviyede tutmak. Bu amacı gerçekleştirebilmek için de elinde açık piyasa işlemleri, döviz işlemleri, zorunlu karşılık politikası ve reeskont faizinin tespiti gibi araçlar var. Merkez Bankası bu araçları kullanarak kısa ve orta vadede fazla ısınan piyasanın yavaşlamasını, fazla yavaşlayan piyasanın da ısınmasını sağlayabilir. Merkez Bankası Erdem Başçı zamanından beri şöyle bir profil çiziyor: Mümkün olan her fırsatta faizi düşür, sadece mecbur kaldığında faizi arttır. Bu noktada tabi ki hükümet kanadından gelen siyasi baskıyı unutmamak lazım. Sürekli faizlerin çok yüksek olduğundan şikayet edilen bir ortamda Merkez Bankasının rahatça hareket edebileceğini düşünmek de hata olur. Zaten faiz politikasına baktığımızda baskının ne boyutta olduğunu anlayabiliyoruz. Dolar yılın başından beri Fed’in faiz arttırmasından ve artışlara devam edecek olmasından ama en çok da artan ülke riskinden ötürü gümbür gümbür gelirken Merkez Bankası gecelik fonlama faizini altı kez indirdi. Dolar rekor üstüne rekor kırıp hükümet ikna edilince de politika faizini 50 baz puan arttırmak zorunda kaldı ki o da etki etmedi. Merkez Bankası da “Türk lirasının aşırı değer kazanması veya kaybetmesi durumlarına karşı kayıtsız değiliz.” şeklinde bir açıklama yapmak zorunda kaldı. Son olarak da örtülü faiz artışı yaparak haftalık repo ihalesini iptal etti, bankaların birbirinden borç aldığı bankalararası piyasadaki limiti düşürdü, bankaları geç likidite penceresine yönlendirmek suretiyle faizi yüzde 9’un üstüne çıkarma, yüzde 10’a yaklaştırma fırsatını yakaladı. Bunun adı deney yapmaktan başka bir şey değildir ve bankaları geç likidite penceresine mecbur bırakmak fahiş bir hatadır. Geç likidite penceresi gün sonunda Merkez Bankasının son borç veren makam olarak bir bankaya borç verdiği bir kanaldır ve sadece günsonunda  hesaplarını kapatamayacak derecede aciz ve likidite sıkıntısından ötürü mali durumu bozuk bankalar tarafından son çare olarak kullanılan bir kanaldır. Geç likidite penceresi bir faiz politikası aracı değildir. Merkez Bankası hükümet tarafından gelebilecek muhtemel faiz eleştirilerine katlanmamak için bankaları yaftalanmamak için normalde kullanmayacakları bir kanala mecbur bırakıyor.  Sonuç olarak yine faiz arttırılmış oluyor ama açıktan arttırılmamış da örtülü olarak arttırılmış oluyor. Kısacası Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının piyasaları yönlendiremediği, piyasaların Merkez Bankasının yaptığı hamlelere tepki vermediği, bunun sonucunda da kredibilitesinin ciddi anlamda zedelendiği düşünülüyor. Yorumların çok da haksız olduğu söylenemez çünkü Merkez Bankası faiz indirimi yaparken piyasa faizi artıyordu. Bu noktada tabi Merkez Bankasını da günah keçisi ilan etmemek gerekiyor. Merkez Bankası elindeki politikarla büyümeyi destekleyecek, işsizliği düşürmeye yardımcı olacak kararlar ile enflayonu düşürmeye yardımcı olacak kararlar arasında gidip geliyor. 2016 3. Çeyrek verilerine göre TÜİK’in pompalanmış hesabına rağmen %1.8 küçülme yaşandı, yılsonu verilerinde de %2 gibi bir küçülme öngörülüyor. Merkez Bankasından enflasyonu düşürme uğruna büyümeyi yavaşlatacak, işsizliği arttırabilecek agresif bir faiz politikası izlemesi beklenmemeli. Ayrıca elinde olan araçlar fazla ısınan piyasayı yavaşlatma, fazla yavaşlayan piyasayı da ısıtma ile sınırlı. Merkez Bankası siyasi riskleri engelleyemez, ithalata dayalı üretim modelini katma değerli yerli üretim modeline dönüştüremez, ülkenin tasarruf sorununu tek başına çözemez, gıda enflasyonuna, petrol fiyatlarına etki dahi edemez.

GazeteBilkent: İlk sorumuza geri dönecek olursa bankaların reel sektörü desteklemediği ve halk üzerinden fahiş karlar elde ettiği argümanı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu soruyu da verilerle cevaplayayım. 2016 yılı itibarıyla Türk bankacılık sektöründe kredi/mevduat oranı %113. Bankaların topladıkları mevduattan ayırıp Merkez Bankası’na yatırmaları gereken zorunlu karşılık oranı %10’u da dahil ettiğimiz bu rakam %123 oluyor. Bu veri şu anlama geliyor: Türkiye’deki bankalar sadece mevduat toplamakla kalmamış, para ve sermaye piyasasında bono-tahvil ihraç ederek fon toplamış, az önce de söylediğim gibi yurtdışı piyasadan da sendikasyon ve seküritizasyon kredileri kullanarak tasarruf ithal etmiş ve bunu Türkiye’de kredi olarak kullandırmış. Bankaların reel sektörü desteklemediği tezi 90’lı yılların sonu ve 2000’li yılların başından kalma bir söylem. O dönemde bankacılık sisteminde kredi/mevduat oranı %50 civarındaydı ve kamunun borçlanma ihtiyacı çok fazla olduğundan aktif tarafta devletin ihraç ettiği menkul kıymetler kredilerden daha fazla yer kaplıyordu. Yani devlet bankaları dahil bütün bankalar kredinin geri ödenmeme riskine katlanıp reel sektöre borç vermek yerine kurulduğu günden bu yana borcunu kuruşu kuruşuna ödeyen devlete tatmin edici seviyede yüksek faizle borç vermeyi yeğliyorlardı. Bu durum iktisatta kamunun borçlanma ihtiyacı arttıkça özel sektörün piyasadan dışlanması olgusu olarak adlandırılır. Türkiye de o dönemde bu olguyu yaşadı. Bugüne baktığımızda kredi/mevduat oranı iki katından fazla artmış ve hazinenin ihraç ettiği menkul kıymetlerin aktif taraftaki payı ciddi oranda düşmüş. Bu durumda AKP iktidarı ile birlikte devletin kararlı bir kemer sıkma politikasına gitmesi ve böylece kamunun borçlanma ihtiyacının azalması ciddi şekilde etkili oldu. Bankaların kredi portföyüne baktığımızda bireysel kredilerin toplam krediler içindeki payının sektör ortalaması %35 civarında. Geriye kalan %65’lik kısım KOBİ, tarım, ticari ve kurumsal firmalara kredi olarak kullandırılıyor. Bu verilerle reel sektörün desteklenmediği iddia edilebilir mi? Gelelim kar konusuna. ABD’de yaşanan mortgage krizinden sonra krizin etkisinden kurtulmak için FED’in devasa düzeyde para basması ve bu paranın yüksek faiz veren Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere akması, Türk bankalarının düşük faizle döviz cinsinden kullandıkları sendikasyon kredilerinin büyük bölümünü TL kredi olarak kullandırmaları sonucu birkaç yıl boyunca bankalar karı önceki birkaç seneye göre arttı. Son üç yıldır ise aynı şeyi söylemek mümkün değil. Bankaların karlılığını ölçerken en çok dayandığımız iki veri aktif karlılığı ve özkaynak karlılığıdır. Aktif karlılığı bankanın sahip olduğu varlıklarla ne kadar kar elde ettiğini gösterirken, özkaynak karlılığı sermayenin ne kadar kar elde ettiğini gösterir. Son 10 yılda her iki oranın da yüzde 50’den fazla düştüğünü görüyoruz. 2015 yılı verilerine göre %1-2 arası aktif karlılığı ve %12 özkaynak karlılığı ile faaliyet gösteren bir Türk bankacılık sektörü var. Son 2 yılda mevduata %12 – %14 arası faiz veren bankalar vardı. Yani sermayedar hiç bu kadar regülasyona, bankacılığın doğasında bulunan risklere katlanmasa dahi neredeyse aynı parayı sırf mevduattan kazanıyor. Bu durumun sebeplerine baktığımızda banka bilançolarında önemli yer tutan bireysel kredi ve kredi kartlarına dair getirilen regülasyonlar sonucu bankaların karlılığının önemli oranda etkilenmesini ve sektördeki ciddi rekabetin beraberinde getirdiği sırf pazarlama anlayışıyla risk nosyonunu kaybetmiş esnafçılık oynayan bankaların kredi değerliliği olmayanlara kredi ve kredi kartı pompalaması sonucu ortaya çıkan yüksek NPL oranlarını görüyoruz. Yani bu durumdan bankaların kendisi de suçlu. Sonuç olarak Türkiye’deki bankalar rakamsal olarak yüksek karlar elde ettikleri için kimsenin dilinden düşmüyor ama sahip olunan varlık ve ortaya konan para açısından oransal olarak baktığımızda ortada çok parlak bir tablo yok. Bu konuda sadece bankalara ayna tutulmasını ben kötü niyetli buluyorum. Bu geyiğin sebeplerinden biri Türk bankacılık sektöründeki yabancı payı ve Türk halkı üzerinden elde edilen fahiş karların dış ülkelere transfer edildiği iddiası. Bankacılık sektöründe halka açık paylar dahil yabancı oranı yüzde 40. Bankacılık sektörünün kar dağıtım oranı ise sadece yüzde 20. Geri kalan yüzde 80’lik kısım özkaynaklara eklenerek yeniden kredi olarak veriliyor. Tabi ülkemizde fikir sahibi olmadan zikir sahibi olmak marifet olduğu için at atabildiğin kadar. Türkiye için dinamo sektör olan inşaat sektöründe kar marjının %200 ile %300 arasında olduğunu biliyoruz. İnsanlar ev sahibi olsun diye konut kredisi faizleri düşmeli deniyor ama inşaat sektörüne kar marjını düşür diyen yok. Amaç insanları ev sahibi yapmaksa konut kredilerinde devlet KKDF ve BSMV’den vazgeçiyor, bankalar diğer kredilere nazaran çok daha düşük faiz oranı belirliyor, peki inşaat sektörü ne yapıyor? Konut sektöründe birkaç yıldır büyük bir balon oluştu ve biraz aklı olanlar bu balon ne zaman patlayacak diye korkmaya başladı bile. İnşaat sektörü her ülke için önemli bir sektör ancak Türkiye’de işsizliği düşürmeye yaramayan, müteahhitin cebini zengin edip yeni zengin çomarlar yaratmaktan başka bir şey yapmayan kalitesiz bir sektör konumunda. Balonu körüklemeye devam ettiğimiz gibi sanayicilik yapan birçok iş adamını sektöre çekip ülkenin ayağına sıkmaya devam ediyoruz.

Tahtalı Dağları 2365 metre

Tahtalı Dağları’nda Halil Akbulut

 

GazeteBilkent: Son olarak neden bu kadar dolara endeksli bir ülkeyiz?

Bu kadar dolara endeksli olmamızın 3 temel sebebi var. Bu sebeplerden ötürü Türkiye; Brezilya, Hindistan, Endonezya ve Güney Afrika ile birlikte kırılgan beşli ülkeler olarak adlandırılıyor. Bunun en büyük sebebi az önce de değindiğimiz cari açık. Merkez Bankamız dolar basamadığı için bu açığı doğrudan yatırım veya sıcak para ile finanse etmek zorundayız. FED’in para pompaladığı yıllarda bizim de içinde bulunduğumuz bu ülkeler sıcak para yatırımcısına sağladıkları tatmin edici faizlerle cari açığın finansmanı noktasında zorlanmıyorlardı. Ancak toparlanan Amerikan ekonomisiyle birlikte FED’in faiz arttırımına ve piyasadan yavaş yavaş para vakumlamaya başlaması ile sıcak para yatırımcısının risk-getiri tercihinde daha güvenli liman olan ABD’ye geri dönmesi bekleniyor. Gelen veriler de bunu doğruluyor. 2016 yılı verilerine baktığımızda Türkiye’de çok ciddi bir doğrudan yatırım azalışı ve sıcak para çıkışı görüyoruz. Eş zamanlı olarak Türk lirasının 2016 yılında diğer dört ülkenin parasına nazaran dolar karşısında negatif ayrıştığını yani daha çok değer kaybettiğini görüyoruz. Üstelik doların değer kazanmasıyla ihracatımızın ucuzlamasına rağmen klasik bir kahveden bozma söylem olan ihracatın artmadığını, aksine geçen seneye göre düştüğünü görüyoruz. Bu bazıları için şaşırtıcı olan veriyle birlikte ikinci sebebe geçebiliriz. Türkiye ekonomisi ithalata dayalı bir ekonomi. İthalatımızın yaklaşık yüzde 70’lik kısmı hammadde ve ara madde ithalatından oluşuyor. Yani üretim yapabilmek, ihracat yapabilmek için dahi ithalat yapmamız gerekiyor. Bu durum da doların yükseldiği zamanlarda maliyet kaynaklı enflasyona neden oluyor. Enerjide dışa bağımlılık ve tüketim malları ithalatı nedeniyle Türkiye cari açık veriyor yalanına inanmaya artık bir son vermemiz gerekiyor. Enerjiyi ithal eden dünyadaki tek ülke olmadığımız gibi enerjinin ithalattaki payı yüzde 20 dolaylarında. Tüketim malları ise sadece yüzde 10 – 15 dolaylarında. Geri kalan ithalatın tamamı yerli üretim yapamamamızdan kaynaklanıyor. Sorunları doğru bir şekilde ele almadığımız ve çözmek için kılımızı kıpırdatmadığımız için bugün bu haldeyiz. Türkiye’de üretimin yüzde 60’ı düşük teknoloji, yüzde 30’u ise düşük-orta teknoloji ile yapılıyor. Yüksek teknolojinin payı sadece yüzde 3. Yani katma değerli bir üretim yapamadığımız gibi düşük teknolojili üretim için de deli gibi ithalat yapıyoruz. Katma değerli üretimin önemli bir parçası olan markalaşma yok denecek kadar az. Bu da dolar yükselmesine rağmen ihracatımızın neden artmadığını açıklıyor. Yükte ağır pahada hafif, fiyat esnekliği düşük olan ürünler ihraç ediyoruz. Üçüncü sebep ise özel sektörün döviz pozisyon açığı. Döviz pozisyon açığı döviz varlıklarından daha çok döviz yükümlüğünün bulunması durumuna deniyor. Türkiye’de finans dışı özel kesimin döviz pozisyon açığı 200 milyar doların üstünde. Neyse ki bunun büyük kısmı uzun vadeli. Kısa vadeli olanı nispeten yönetilebilir seviyede. Tabi burada döviz varlığı olmamasına rağmen dolar ve euro ucuzken sanki bu devran hep devam edecekmiş gibi döviz cinsinden borçlanan özel kesimin kendisi suçlu. Bankacılık reformu sonrasında hiçbir yapısal reform yapılmadan tüm zaafları devam eden bir ekonomide musluğun suyu hiç kesilmeyecekmiş gibi taahhüt altına girilirse sonuçlarına da katlanılır. Ağzımıza çalınan balı teknoloji argesine, katma değerli sanayi ve turizme değil de betona yatırıp zengin müteahhitler yarattığımız için, beton da borcu geri ödeyebilecek ekstra döviz yaratmadığı için, uzun vadeli inşaat projelerinin tamamında devletin kefaleti veya garantisi olduğu için, çoğunluk ekonomi çok iyi gidiyor yalanına inanmayı seçip istikrar sürmeli dediği için sonucuna da hepimiz katlanacağız.

GazeteBilkent: Bilkent’e yeni başlayan öğrencilere (özellikle kendi bölümünüzdeki) tavsiyeleriniz nelerdir?

Hukuktaki arkadaşlara tavsiyem kendilerini inter-disipliner olarak yetiştirmeye gayret göstermeleridir. Hukuk bölümü kişiye çok şey katabildiği gibi sığ, gerçek hayattan kopuk birine de dönüştürebiliyor. Bölümde sürekli olması gerekeni veya mevzuatta yazılı olanı öğrendikçe gerçek hayatta olanı ve pratiği görünce bocalayabiliyor. Bugün enerji hukuku, rekabet hukuku, fikri mülkiyet hukuku, internet hukuku gibi alanlar revaçta olan alanlar. Enerji sektörüne dair hiçbir şey bilmeden sırf yazılı kurallar iyi bilinerek iyi bir bir hukukçu olunabilir mi? Rekabet hukukunda mikroekonomi bilmeyen, pazarı tanımlayamayan, fiyat rekabeti ve mal rekabetini birbirinden ayırt edemeyen biri iyi bir rekabet hukukçusu olabilir mi? Fikri mülkiyet hukukunda da patent, endüstriyel tasarım gibi alanlar çok teknik konular. Psikoloji ve sosyoloji yine bir hukuk öğrencisi için çok elzem disiplinler. Hukuktaki ağır ders yükünden ötürü bunlara zaman ayırmanın zor olduğunu biliyorum ancak kafaya sadece hedef koymakla olmuyor. Hukuk her şeyi regüle ediyorsa, bu alanlarda atıp tutan hukukçuların da önce o alanları yazılı kurallar kadar bilmeleri gerekiyor.

Teftişin olmazsa olmazı Devre

Teftişin olmazsa olmazlarından devre arkadaşları ile akşam eğlenceleri

 

 

Leave a Reply