Bilindiği üzere, geçtiğimiz günlerde Almanya’nın “Ermeni soykırımını” tanıdığı haberleri gündeme düştü. Bu durumun mevcut hükumet ve bilhassa Dışişleri Bakanlığının başarısızlığı olup olmadığına ve hatta 1915 yılında gerçekleşen olayların tarihi izahatına hiç girişmeden olayı başka bir boyuttan, uluslararası hukuk açısından ele almak istiyorum.
Bunu yapmak için ilk önce Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesine bakmak gerekir. Bu sözleşme, 1951 yılında soykırım kavramını bir uluslararası suç olarak nitelendirmiştir. Sözleşmeye göre soykırım;
Ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir öbeğin tümünü ya da bir bölümünü yok etme niyetiyle
(a) Öbek üyelerinin öldürülmesi;
(b) Öbek üyelerine fiziki ya da ruhsal açıdan zarar verilmesi;
(c) Öbeğin, fiziki varlığını tümüyle ya da kısmen sona erdirecek yaşam koşullarıyla yüz yüze bırakılması;
(d) Öbek içi çoğalmanın engellenmesi;
(e) Öbek bünyesindeki çocukların başka bir öbeğe aktarılması
eylemlerinden herhangi birinin işlenmesidir.
Yani denilebilir ki uluslararası hukuk açısından 1915 olaylarının soykırım kapsamına girip girmediği tartışılırken bu kalıplardan birine girip girmediği tartılacaktır. Fakat, Andlaşmalar Hukukuna İlişkin Viyana Konvansiyonunun 28. maddesi çok daha önemli bir hususun altını çizmektedir.
Madde 28- Andlaşmların geriye yürümezliği Andlaşmadan farklı bir niyet anlaşılmadıkça veya böyle bir niyet başka türlü tespit edilmedikçe, andlaşma hükümleri, andlaşmanın bir taraf bakımından yürürlüğe girmesinden önce meydana gelen herhangi bir hareketle veya vakıayla veya ortadan kalkan herhangi bir durumla ilgili olarak, o tarafı bağlamaz.
Madde hükmüne göre anlaşmalar geriye yürümez. Bunun anlamı da, Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin hükümleri 1951’den geriye yürüyemez, 1951 yılından önce gerçekleşmiş olaylar için bu sözleşme hükümleri bağlayıcı olamaz olduğudur. Türkiye Cumhuriyeti’nin yukarıda bahsi geçen maddenin bulunduğu konvansiyona taraf olmaması mevcut durumu değiştirmeyecektir, zira sözleşmelerin geriye yürümezliğine ilişkin norm uluslararası teamül hukukunun genel bir kabulüdür, dolayısıyla uygulanabilirliği için bir sözleşmenin kabulü gerekmez.
Bu iddiaya karşı olarak kullanılan argümanlar genellikle Roma Statüsü ve 1968 tarihli Savaş Suçları ve İnsanlığa Karşı Suçlarda Zamanaşımının Kabul Edilmemesine İlişkin Sözleşme’ye dayanır.
İki metinde de savaş suçlarının zamanaşımına uğramayacağı ve savaş suçlarına dair düzenlemelerin geçmişe yürüyeceği ifade edilmektedir. Fakat Türkiye Cumhuriyeti iki sözleşmeye de taraf değildir, dolayısıyla Türkiye’yi bu zeminde sorumlu olarak değerlendirmek de sağlam bir zemine dayanmaz. Ayrıca soykırım suçunu diğer suçlardan ayıran hedef grubun tespiti ve özel kastın ispatı hususları, söz konusu suçun somut bir şekilde ortaya konmasını zorlaştıran olgulardır.
Şimdi ise soykırım suçuna hükmetme yetkisi olan kuruluşlara bir göz atalım. Bunlardan ilki kuşkusuz yerel mahkemelerdir. Soykırım suçunda bulunduğu iddia edilen ülkenin yerel yargı sisteminin, iddia edilen soykırımı tanıyan bir karar vermesi bu suçun uluslararası kamuoyunda ikrarı anlamına gelecektir. Holokost’un kabulü buna örnek teşkil eder. Bir başka yol ise ad hoc mahkemelerdir. Özel amaçlarla kurulan mahkemeler, yaptıkları inceleme neticesinde soykırım iddialarının aslının olup olmadığını araştırarak bir hüküm verir. Ruanda ve Yugoslavya örnekleri bu ikinci metotla incelenmiş ve sonuca bağlanmıştır. Ad hoc mahkemelerin yokluğunda, taraf ülkelerin uzlaşması halinde iddialar Uluslararası Adalet Divanı önünde de sonuca bağlanabilmektedir. Son yöntem ise BMGK’nın soykırım iddialarını değerlendirmesidir ki bu yöntemde dahi söz konusu iddiaların uluslararası geçerlilik kazanması için yukarıda sayılan mercilerden birinden kesinleşmiş bir yargı kararı gerekmektedir.
Yukarıdaki paragraftaki hususu özetleyecek olursak, soykırım iddialarının sonuçlandırılması bir yargısal işlemdir. Yargısal işlem olmadan yapılan soykırım söylemleri uluslararası hukuk açısından iddiadan öteye geçmeyecek ve dolayısıyla bağlayıcı bir yanı olmayacaktır.
[pullquote_left]Almanya Meclisinin kararı uluslararası hukuk açısından herhangi bir kıymet taşımamakta, zira soykırım ilanı sadece mahkeme kararı ile yapılabilir.[/pullquote_left]Türkiye’ye yöneltilen iddialar ve Almanya’nın soykırım iddialarını tanıması konusuna bağlayacak olursak önümüze net bir tablo çıkıyor. Türkiye, kendisini soykırım ile bağlayacak herhangi bir uluslararası metnin altına imza atmamış. Atmış olsaydı dahi, Almanya Meclisinin kararı uluslararası hukuk açısından herhangi bir kıymet taşımamakta, zira soykırım ilanı sadece mahkeme kararı ile yapılabilir. Diyelim ki iddialar bir mahkemenin önüne çıkartıldı. Bu durumda dahi Türkiye’nin mahkum edileceğini söylemenin iki tarafın sunduğu deliller, işin özellikleri ve soykırım suçunun kabulünü zorlaştıran etkenleri hesaba katarak, yanlış olacağını düşünüyorum.
Sözün özü, Almanya meclisinin yetkili olmadığı bir konuda, yersiz ve asılsız bir şekilde Türkiye’ye karşı bir duruş sergilediği 1915 olaylarının içeriğinden bağımsız bir olgudur. İkili ilişkileri etkilemesi kaçınılmaz gibi duran bu gelişmenin doğurduğu süreç yetkililerce dikkatlice ve sükunetle takip edilmelidir, zira yanlış adımların atılmaya devam etmesi halinde bu yazıda da bahsi geçen savunmaların hiçbir kıymeti olmayacak, haklıdan ziyade güçlü konumda olanın sözü tesirli olacaktır.
Elbette uluslararası hukuk uluslararası siyasetten ayrılmaz bir alandır. Bunu kabul ederek, işin siyasi boyutunun incelenmesini konuya ilgili bir başka yazar arkadaşıma bırakıyorum.