Avam Kamarası’nda daha büyük bir çoğunluk hedefiyle gittiği erken seçimden zar zor azınlık hükûmeti olarak dönmek, bu seçim başarısızlığını kendi partisindeki bazı milletvekili adaylarının bile açıktan eleştirilerine hedef olan Jeremy Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’ne karşı almak, Grenfell yangını, en önemli kurultay konuşmalarından birinde arkada düşen dekora ve bir komedyenin işten çıkarma belgesi teslimatına maruz kalmak, “skandal” demenin son derece hafif kalabileceği Windrush skandalı; İçişleri Bakanı (Amber Rudd), Dışişleri Bakanı (Boris Johnson), Savunma Bakanı (Michael Fallon), Brexit Bakanı (David Davis) ve daha nice bakanın istîfaları; Brexit müzakereleri sırasında yaşanan envai çeşit sıkıntı ve belki de en zayıf karnı olan Avrupa Birliği konusunda ortadan ikiye bölünmüş Muhafazakar Parti…
Bunların hiçbiri, İngiltere Başbakanı Theresa May’i yerinden etmek için henüz yeterli olmadı. Oysaki Haziran 2017’deki seçim hüsranının ardından kendi milletvekillerine yönelik, “bizi bu duruma ben soktum ve bu durumdan yine ben çıkaracağım” sözlerini çok az kişi ikinci bir seçime de May liderliğinde gidileceği şeklinde yorumlamıştı. Sonuçta Muhafazakar Parti, liderlik mücadeleleri basında “kan banyosu” şeklinde yer bulan, amiyane tabiriyle “çizik yiyen” liderleri arasında Margaret Thatcher’ın bile olduğu bir parti. Mevcut Dışişleri Bakanı Jeremy Hunt, İçişleri Bakanı Sajid Javid ve elbette liderlik spekülasyonlarının olmazsa olmaz ismi Boris Johnson da, çok uzak olmayan bir gelecekte May’in halefi olmasına ihtimal verilen isimlerden yalnızca birkaçı.
Nitekim, Brexit müzakerelerinin girdiği yeni evre de May’in geleceğini ferahlatacakmış gibi gözükmüyor.
Her şeyden önce, bu “yeni evre”de problemler artmış değil. Hatta AB’nin Brexit başmüzakerecisi Müchel Barnier’ye bakacak olursak, ki bakmakta fayda var, İngiltere ile AB arasında olası bir anlaşma metninin yüzde 90’ı tamamlanmış durumda. Akıllardaki en kötü senaryoların bazılarını da bu ve benzeri açıklamalarla eleyebiliriz.
Bununla birlikte, İngiltere ve özellikle de May için iyi haberler burada bitiyor, çünkü o “yüzde 90″dan sonraki yüzde 10, İngiltere’nin AB ile gelecekte sürdüreceği ticari ilişkilere dair ve bu gündem maddesini bu denli çözülemeyen bir hale sokan iki durum söz konusu.
Bunlardan ilki bir tercih meselesi, bir politika yazısında alıntılanmasını çok da beklemeyeceğiniz ünlü fikir insanı Mick Jagger’ın “you can’t always get what you want” vecizesini hatırlatan bir durum… 2016’daki Brexit referandumundaki beklenmedik sonucu da tetikleyen faktörlerden biriydi, AB vatandaşlarının “serbest dolaşım”ını kısıtlama arzusu. AB ise referandumdan itibaren başlayan süreçte “tek pazar” ve “gümrük birliği”nde kalmanın şartını “serbest dolaşım”ın kendisi kılarak, tartışmayı net bir koşul-sonuç ilişkisine indirdi. İngiltere’nin bunlarda kalamaması, AB ile yeni bir ticaret anlaşması ihtiyacını doğuruyor. Bu anlaşmanın yapılıp yapılamayacağı ayrı bir tartışma konusuyken; ne zaman yapılacağı, kıtadaki pek çok şirket ve hatta ülke için büyük belirsizlikler taşıyor. AB’nin bu ticaret anlaşmasını İngiltere’yi ödüllendirircesine yapmayacağını tahmin etmemiz de çok zor olmasa gerek. Uzun lafın kısası, ortada İngiltere tarafından yapılması gereken bir tercih var: tek pazar ve gümrük birliğinde kalabilmek için AB vatandaşlarının serbest dolaşımına da izin vermek mi, yoksa referandum sonucunu dikkate alarak serbest dolaşım hakkını ne zaman sonlanacağı belirsiz ticari kayıplar pahasına ortadan kaldırmak mı?
Eğer May’in Temmuz ayında, o zamanki kabine üyelerini toplayıp (Boris Johnson’ın Dışişleri Bakanı olduğu eski güzel günler) onaylarını aldığı ve bu toplantının yapıldığı yerin adını alan “Chequers Planı” AB tarafından da kabul görseydi, hem ilk durum ortadan kalkardı hem de ikinci durumu konuşmak zorunda kalmamış olurduk. Ama öncesinde, Chequers Planı… En önemli boyutu, partisindeki sert Brexit yanlılarını kızdıracak “tek pazara ve gümrük birliğine bağlıyız, serbest dolaşımı da sağlarız” mealindeki bir beyanat ya da ılımlı Brexit yanlılarının korkulu rüyası olan tek pazardan çıkmak gibi iki net alternatif yerine bulunan bir orta yol: “ortak kural kitabı”. Gümrük kontrollerinin ve yeni denetimlerin gelmemesi anlamında, aslında adı “tek pazar” olmayan bir “tek pazar”…
Eğer Chequers Planı AB tarafından kabul edilseydi, belki de ikinci ve çok daha ciddi bir durumu konuşmuyor olurduk: Kuzey İrlanda.
Bu noktada bir hatırlatma: aşağı yukarı her yerde yapılan ad aktarmasına uymak için “Birleşik Krallık” yerine “İngiltere”yi kullandım; fakat Birleşik Krallık AB’den topyekûn ayrılacağı için Birleşik Krallık içindeki İngiltere dışında Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda da ayrılıyor. “Neden İskoçya, Galler, İngiltere değil de Kuzey İrlanda sorun?” sorusunun en basit cevabı da, bunların içerisinde sadece Kuzey İrlanda’nın İrlanda Cumhuriyeti’yle komşuluğu sayesinde AB ile kara sınırının olması denebilir.
Halihazırda hem Birleşik Krallık (ve böylece Kuzey İrlanda) hem de İrlanda Cumhuriyeti AB üyeleri. Ürünler tek pazar denetimlerinden geçiyor, idari ve hukuki prosedürlerde de AB standartları gözetiliyor, serbest dolaşım da sürüyor. Kabaca bu nedenlerle, İrlanda Cumhuriyeti ve Kuzey İrlanda arasında ürünlerin denetlendiği ya da pasaport kontrollerinin yapıldığı bir sınır bulunmuyor. Eğer Birleşik Krallık AB’yi herhangi bir ticaret anlaşması olmaksızın ya da tek pazar şartlarından yetersiz bir ticaret anlaşmasıyla terk ederse, İrlanda Cumhuriyeti ile Kuzey İrlanda arasındaki kara sınırında sınır kontrollerinin yapılması zorunlu hale geliyor. AB’nin bu soruna yönelik çözüm önerisi, Kuzey İrlanda’nın (ve yalnızca Kuzey İrlanda’nın) tek pazar içinde kalması oldu.
Peki buradaki sorun ne?
Bu durumu bu denli ciddi kılan sorun, aslında 2016’daki Brexit referandumunun sonucunda gizli. O referandumda Kuzey İrlanda yüzde 56, İskoçya’ysa yüzde 62’lik oy oranıyla AB2de kalma yönünde oy kullanmış; fakat Birleşik Krallık genelinde yüzde 52 oranında çıkan AB’den ayrılma yönünde kullanılan oylar sonucu Kuzey İrlanda ve İskoçya da İngiltere ve Galler ile birlikte Birleşik Krallık çatısı altında AB’den çıkma sürecine girmişlerdi. AB’nin Kuzey İrlanda’ya özel tek pazarda yer alma önerisi; bu kez de Büyük Britanya (İngiltere, Galler, İskoçya) ile Kuzey İrlanda arasında gümrük kontrollerini ve diğer denetimleri gündeme getirdiği yetmezmiş gibi, İskoçya içinde de aynı talebin yükselmesi ihtimalini ortaya çıkarabilir. İskoçya’nın 2014’teki bağımsızlık referandumunda Birleşik Krallık’ta kalma yanlılarının kazanmasında, bağımsızlık kararının o anda “AB’den ayrılma”ya denk düşmesinin de etkili olduğu düşünüldüğünde, AB’nin bu önerisinin Birleşik Krallık için getirdiği sorunlar ortada. Kaldı ki Kuzey İrlanda’daki İrlanda Cumhuriyeti ile birleşme yanlılarının varlığı, Kuzey İrlanda’yla İrlanda Cumhuriyeti arasında olmayan bir sınır ve Kuzey İrlanda ile Büyük Britanya arasında sıklaşan denetimler; Kuzey İrlanda’daki Birleşik Krallık’ta kalma yanlılarının yüreğine su serpmeyecektir.
Bu arada, tam da yukarıdaki sebepten ötürü “Büyük Britanya ile Kuzey İrlanda arasındaki olası gümrük kontrolleri ve diğer denetimler”e karşı çıkan bir Kuzey İrlanda partisi var: Demokratik Birlik Partisi. May Hükûmeti’nin bir “azınlık hükûmeti” olduğunu söylemiş miydim?
Bildiniz: May Hükûmeti, parlamentoda bir Muhafazakar çoğunluk bulunmamasına rağmen kurulabildiyse ve hala varlığını sürdürüyorsa, bunu Demokratik Birlik Partisi’nin 10 milletvekiline borçlu. Partinin AB önerisine karşı net tavrı ve May’in bu öneriyi kabul etmesi halinde olacaklar ise ortada, partinin lideri Arlene Foster’ın da dediği gibi: azınlık hükûmetine destek “bir partinin diğerine desteği”, bir partinin May’e desteği değil.
Yazıyı bitirmeden önce tek bir soruyu daha gündeme getirelim: ya Birleşik Krallık, AB’den ciddi bir anlaşma olmaksızın “şakkadanak” ayrılırsa? İşte o zaman, bu sorunlar yumağının daha ne kadar çeşitlenebileceğini hep birlikte izleyebiliriz. Ki daha İşçi Partisi’nin “ikinci bir Brexit referandumu”nu Muhafazakar Parti’nin aksine tümüyle reddetmemesine, Muhafazakar politikacılar da dahil olmak üzere pek çok partiden ismin “People’s Vote” kampanyası altında ikinci bir referanduma destek vermesine, “Norveç modeli” tartışmalarına, ülkelerin bir anlaşma olmaması ihtimalini düşünerek aldıkları önlemlere, bir anlaşmaya varılamaması senaryolarına daha değinmedik bile…
Ne var ki, bizler izleyicileriz. Ortadan ikiye bölünen partisinin tüm hiziplerinin ve bir diğer partinin desteğini koruyarak AB ile başarılı müzakereler yürütmek ise, May Hükûmeti’nin görevi. May, atlattığı tüm badirelerde olduğu gibi bu müzakerelerden de partisinin memnun kalacağı bir anlaşma kopararak hükûmetinin başında kalır mı? Yazının başındaki tek cümlelik giriş paragrafım bunun tümüyle imkansız olmadığını gösterse de, May’in Brexit söyleminde özenle korunan dengenin bozulduğu ilk an, May Hükûmeti için sonun başlangıcı olacak gibi görünüyor.
Kaynaklar
https://www.theguardian.com/politics/2017/jun/12/theresa-may-apologies-backbenchers-election-mess
https://www.reuters.com/article/uk-britain-eu-barnier/eus-barnier-says-brexit-deal-90-percent-done-but-ireland-issue-could-derail-it-idUSKCN1MT0TF
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/302/2844.pdf
https://www.theguardian.com/politics/2018/jul/06/theresa-may-secures-approval-from-cabinet-to-negotiate-soft-brexit
https://www.bbc.com/news/uk-northern-ireland-44741402
https://www.theguardian.com/politics/2018/oct/02/brexit-eu-hits-out-irresponsible-uk-northern-ireland
Görsel: https://www.nytimes.com/2018/07/17/world/europe/uk-theresa-may-brexit.html