Kuzey Amerika’da ırkçı polislerin öldürdüğü siviller, Güney Amerika’da kartellerin ve Pinochet gibi diktatörlerin halkın üzerinde kurdukları baskı, Afrika’da insanların hayatlarını bir hiç olarak görüp güç arzusuyla savaşan taraflar arasındaki iç savaşlar, sosyal demokrasinin, hukukun üstünlüğünün ve insan haklarının gelmiş geçmiş zirvesini temsil ettiği düşünülen Avrupa’da denizlerde ölen ve ölmeyip hayatta kalsalar da korkunç hayat şartlarında yaşayan illegal göçmenlerin hikayeleri, Fransa’da bir savaşı andıran göçmen-polis çatışmaları, Almanya’da aşırı sağ partilerin göçmenleri nasıl sınır dışı ederiz diye restoranların bodrumlarında yaptıkları toplantılar, Avrupa’nın ve Asya’nın birleştiği yerde bir Orta Çağ savaşı: Rusya- Ukrayna, Asya’da ışık görmeyen fabrikalarda çalışan ve bu çalışma koşullarına dayanamayıp intihar eden işçiler… Peki ne yapıyoruz? Dünya’nın her coğrafyasından yükselen acı içindeki çığlıklara karşı tepkimiz ne oluyor? Çoğumuz bizim gibilerin bunlarla mücadele etmek için gücünün yetmeyeceğini söylüyor bize bunları birileri hatırlattığı zamanlarda. Ancak belki de bu acılar üzerine kurulmuş sistemden yararlanan menfaat gruplarına dahilizdir.
Zone of Interest (İlgi Alanı), 2024 yılının başlarında izleyicisine kavuşmuş ve iki dalda Oscar ödülü kazanmış bir film. Film, gerçek hayattan esinlenmekte. İnsanlık tarihinin en büyük dramlarından birinin yaşandığı Auschwitz toplama kampının komutanın ailesinin ev hayatına odaklanıyor. Aile, kampın duvarlarının hemen dışına “cennet” olarak tanımlayacakları güzellikte bir ev inşa etmiş ve bu evdeki hayatlarının mükemmeliğinden dolayı mutluluk duymakta. Ancak aile bu mutlu hayatı hemen duvarın öteki tarafından, Auschwitz’ten gelen çığlıklara, gece gündüz bacası tüten krematoryumdan yükselen dumana ve krematoryumun ateşinin kuvvetlendiği zamanlarda geceyi aydınlatan ışığa ve daha bunun gibi birçok soykırımın vahşetinin göstergesi olarak gösterebileceklerimize rağmen devam ettirmekte. Burada bize filmin anlatmaya çalıştığı şey basitçe, kendi konfor alanmızı her şeye rağmen devam ettirebileceğimiz ve bu konfor alanını kurmak için dışarıyla aramıza nasıl “duvarlar” inşa edebileceğimiz; hele bir de duvarın ötesinde yaşanan vahşetler yaşadığımızı hayatı finanse etmeleriyle veya daha birçok şekilde de hayatımızı devam ettirmemizi sağlayan etkenler ise bu duvarları örmemiz ve duvarların ötesindekilere karşı kendimizi kör etmemiz konusunda hiç de zorluk yaşamayacağımız. Filmin adı da buradan gelmekte: “İlgi Alanı”. İnsanların çevresindekilere karşı gözlerini kapatmakta eğer menfaati var ise bunu nasıl kolayca yapabileceğini göstermek istiyor film.
Baktığımız zaman çok karanlık zamanlarda geçmekte insanlık. Hemen her coğrafyada savaşlar sürmekte, artık etkilerini gözlerimizle kolaylıkla göreceğimiz iklim krizi her geçen gün çok daha ciddi bir sorun haline gelmekte. Bizler ise tüm bu problemlere gözlerimizi kapatmaktayız. Sosyal medyanın, streaming platformlarının ve anlamsız tartışmalarımız aslında bizi bunlardan uzak tutmaya yönelik kendi kendimizi hapsettiğimiz “ilgi alanlarımız”. Çevremizde dünyaya olumlu bakmamızı sağlayacak oldukça az faktör kalmış durumda.
Dünya’mız hasta. Suyu, toprağı ve havayı zehirledik. Bundan 100 yıl sonra dışarı çıkıp da maske takmadan veya koruyucu giysiler giymeden gezebileceğimiz bir çevreye sahip olup olamayacağımızı bile bilmiyoruz. Ancak bu sorun hiç yokmuş gibi yaşamaya devam ediyoruz. Fakat bu problemler ile mücadele eden teknolojiler geliştirmekte miyiz? Elbette. Hatta böyle bir sektör dahi kurmuş durumdayız. Bu sektörün market hacmi 690 milyar dolar. Bu meblağa nükleer enerji tesisleri gibi yüksek maliyetli temiz enerji kaynakları, atık arıtma teknolojileri ve bunlar gibi çevreye olumlu etki sağlayan birçok kalem dahil. Peki streaming platformları, yani Netflix veya Playstation gibi markaların da bulunduğu marketin hacmi ne kadar? 671 milyar dolar. Bu değere sosyal medya şirketlerinin market hacmini de eklediğimiz de çevremizi kurtarmak için geliştirdiğimiz teknolojileri üreten sektörün piyasa hacmi ile hemen hemen eşitlenmekte. Ayrıca nükleer enerji ve yenilenebilir enerji üretimi kalemleri olmasaydı bu 690 milyar dolarlık hacmin içinde, bu “eğlence” sektörlerinin yanından geçmesi mümkün dahi olamazdı. Bu değerler ile söylemek istediğim şu; 100 yıl sonra yaşanabilir bir dünyaya sahip olup olmayacağımızı bilmiyoruz fakat bizleri uyutan ve hatta birçok araştırmayla insan beyninin kimyasal yapısını bozması ile odaklanma ve zekâ sorunlarına yol açtığı belirlenmiş video streaming sektörüne ve sosyal medya sektörüne, hayatta kalmamızı mümkün kılma potansiyeline sahip teknolojilerle aynı bütçeyi sağlamakta, aynı önemi vermekteyiz. Bu sektörlerin bize sağladığı eğlence araçları, bizim diğer problemler ile yüzleşmemizi sağlayan bir duvar örmekte. Bizi gerçek hayattan uzaklaştırmakta. İnşa ettikleri duvarın diğer tarafından gelen çığlıklara kulaklarımızı tıkamamızı sağlamakta.
Çocuk işçilere hepimiz karşıyız. Bunun insanlık dışı olduğunu görmekteyiz. Fakat gardırobumuzun içindeki kıyafetlerin markalına bakalım. Bu markaların hemen hepsi çocuk işçilerden yararlanmakta. H&M, Zara, Adidas, Nike, GAP… İşin daha da korkunç yanı birçoğumuz bu gerçeği biliyoruz ve bu markaların ürünlerini satın almaya devam ediyoruz. Bunu bilmeyenlerimiz de bunu öğrenmelerine rağmen muhtemelen bu ürünleri satın almaya devam edecektir. Kendimize duvarlar çekerek bu gerçeklerden kaçıp bu sömürüden yararlanmaya devam edeceğiz.
Demek istediğim şu: ikiyüzlü ve benciliz. Etrafımızdaki gerçekleri istediğimiz gibi algılamak veya hiç algılamamak istiyoruz. Dünyamız umut ve iyimserlik değil, parçalanmış insan bedenlerinin parçalarıyla ve karanlık ile dolu. Kendimizi inşa ettiğimiz duvarların içine hapsediyoruz. Dışarıyı unutmak için sosyal medyaya ve streaming platformlarına muhtacız, bize zarar veriyor olsalar da. Auschwitz’teki komutandan ve ailesinden farkımız yok. Onlar da duvarın ötesini unutmak istemişlerdi ve unutmakta çıkarları vardı. Bizim de çıkarımız var. Bu sömürü düzeninin yarattığı acılardan ve bizler gibi insanların üzerinde kurduğu ıstıraptan kaçıp nimetlerinden yararlanıyoruz. İlgi alanımız bizi sona yaklaştıran problemler değil, bizi bunlardan uzaklaştıran bizi oyalayan kendi yarattığımız problemler. Bu ikiyüzlülüğümüzü ve bencilliğimizi yenmezsek insanlık ile Dünya’yı da yok edeceğiz ve gideceğiz. Bizi bir SS subayından ayıranlar neler bunu iyi düşünmeliyiz. Yoksa biz de onların düştüğü konuma düşebiliriz. Onlar gibi gözümüzü duvarın ardına kapatabiliriz. Yazımı Nazım Hikmet’in bir şiirinin son kısmı ile tamamlıyorum:
Çağırı
Tanrı ellerimizdir,
Tanrı yüreğimiz, aklımız,
her yerde var olan Tanrı,
toprakta, taşta, tunçta, tuvalde, çelikte ve pılastikte
ve bestecisi sayılarda ve satırlarda ulu uyumların.
İnsanlar sizi çağırıyorum :
kitaplar, ağaçlar ve balıklar için,
buğday tanesi, pirinç tanesi ve güneşli sokaklar için,
üzüm karası, saman sarısı saçlar ve çocuklar için.
Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler,
günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların,
çocukların avuçlarında yeşerecekler.
Kaynakça