Devrim Evin ile Adana Devlet Tiyatrosu’ndaki Lazaritsa- Bir İnsan, Bir Ağaç, Bir Köpek adlı oyunundan sonra inanılmaz keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Tüm yoğunluğuna rağmen bize zaman ayırdı ve uzun uzun sorularımızı cevapladı. Sahneye çıkardı, fotoğraflar gönderdi yayınlarken zorlanmayalım diye, bir de üstüne fotoğraf çektirdi. Tüm mütevaziliği, hayranlık uyandıran sanat anlayışı ve bilgisiyle Devrim Evin’i konuk ettik. Çok teşekkür ederiz.
GazeteBilkent: Adana seyircisiyle son oyununuz olduğu söyleniyor. 11 yıldır İstanbul’a tayin edilmeyi bekliyormuşsunuz. İstanbuldaki işlerinizi yürütebilmek için mi tayin olmak istiyorsunuz yoksa taşrada oynamaktan mı yoruldunuz?
Doğru. Yaklaşık on yıldır İstanbul’a gitmek için uğraşıyorum. On yıl çok uzun bir süre normalde biz 6 yılda bir tayin olabiliyoruz ama herkes İstanbul’u istediği için gitmek biraz zor oluyor, kota koydular. Bir oyuncu seyyah gibi gezmeli, dolaşmalıdır. Hep aynı oyuncu kitlesi ve oyuncu arkadaşlarıyla çalışmamalıdır. Hem bunun için hem de benim İstanbul’da yürüttüğüm işler ve oynadığım oyunlar için hayatımı İstanbul’da idame ettirmem gerekiyor.
GazeteBilkent: Ama devlet tiyatrolarını bırakmayacaksınız değil mi?
Evet şu an öyle görünüyor. İleride ne olur bakarız.
GazeteBilkent: Kendi adıma konuşmam gerekirse tek kişilik oyunlar beni her zaman diğer çok kişilik oyunlara göre daha fazla etkilemiştir. Sizin açınızdan tek kişilik oyun nasıldır hazırlanması ve etkileri açısından?
Tek kişilik oyunlar çok daha zordur. Hazırlanması da çok zordur. Oynaması çok daha zordur. Bu biraz futbola benziyor. 90 dakikalık bir futbol maçında bir oyuncuya ortalama 10 dakika top gelir süreye vurduğumuzda. Bu kalabalık bir tiyatro sahnesinde de böyledir. Size toplam 10 – 15 dakika top gelir ama tek kişilik oyunda pas atacağınız kimse yoktur. Bütün oyun boyunca pas atacağınız kimse yoktur; 60 70 dakika bütün oyunu siz çevirirsiniz. Dolayısıyla çok büyük fiziksel ve mental zorlukları da var. Bu oyun özellikle daha da zor bir oyun 6 metrelik demir konstrüksiyon üzerinde oynanıyor. Çok ciddi tehlikeleri olan bir oyun, aynı zamanda çok büyük konsantrasyon da gerektiriyor. Oyuncu hiçbir şekilde yere basmadığı gibi düşme ihtimali de var. Konsantrayon ve fiziksel zorluğu açısından oldukça zor bir eserdir. Önemli olan da zaten bu zor eserleri oynayabilmek. Odur esas başarı. Bu oyun Türkiye’de ilk defa sahnelenen bir oyun. Biz de genelde aynı metinler tekrarlanır. Genelde insanlar yeni metin arayışında olmazlar. Biz bu yeni oyunları sahneleyip “Bakın böyle oyunlar da var” diyoruz. Ayrıca bu oyun ülkemizin ve dünyanın içinde bulunduğu durum açısından da çok önemli. İnsanın kendini doğanın efendisi olarak görmesi doğayı katletmesi, vahşi kapitalizmin getirdiği hırsı, birbirinin üstüne basarak yükselmeyi çok iyi anlatan bir eser. Bunu estetik dille anlatan politik bir oyun. Bunu politik bir slogan kullanmadan sanatın estetik değeri içerisinde kalarak çok iyi anlatan bir oyun.
GazeteBilkent: Tek kişilik oyun oynamak size daha çok keyif verdi mi?
Yok, daha büyük bir sorumluluk veriyor. Onun getirdiği başarı daha büyük bir mutluluk getiriyor doğal olarak, çünkü o başarı tamamen size ait oluyor.
GazeteBilkent: Dün sahnede böyle küçük bir çay bardağı kalmıştı. Bu tür küçük unutkanlıklar ve aksilikler sizi sinirlendiriyor mu?
Allahtan sahnede değildi, kırmızı perdenin ön tarafındaydı. Selamlamada gördük. O benim hatamdı. Zannetmiyorum onun oyun oynanırken göründüğünü. Çok büyük bir şey değildi. Ben çayı çok severim sanki ben ölmüşüm ve sahneden benim cenazem kalkıyor da o yüzden benim için de bir bardak çay bırakmışlar gibi hissettim. Garip bir duyguydu yani ilk defa geliyor başımıza böyle bir şey.
GazeteBilkent: Fotoğraf da çekeyim mi ara sıra gazetede de kullanabilmek için.
Ben sana fotoğraf veririm onları basarsınız. Konuşma bitince biz ayrıca çekiliriz.
GazeteBilkent: Devlet tiyatrolarını bazı açılardan yetersiz buluyorlar. Her yerde olmadığı söyleniyor fakat en önemli sanatçılarımız hep devlet tiyatrolarından çıkıyor siz ne düşünüyorsunuz?
Bu tam tersi. Türkiye de en çok oyun oynayan kurum devlet tiyatrolarıdır yılda 130 yeni oyun oynar. Bu çok büyük bir rakam, değil Türkiye’de dünyanın hiç bir yerinde yok. Dünya’nın hiçbir yerinde yok ki bir tiyatro yılda 130 farklı ve yeni oyun oynasın. Dünyanın en iyi tiyatrosu çünkü, ben dünyanın bir çok tiyatrosunda çalışan bir adamım. Dünyada böyle bir örnek yok. 63 tane sahnesi olan, 10 – 12 tane turne bölgesi olan, olmayan yerlere de sürekli turne düzenleyen,ve bunu sadece yaklaşık 550 – 600 kişilik mütevazi bir sanatçı kadrosuyla yapmaya çalışan dünyada hiçbir tiyatro yok. Cumhuriyetin en önemli kurumlarından birisi. Yok edilmeye çalışılıyor, kapatılmaya çalışılıyor. Bu cümle böyle söylenirse kapatılmasına destek verilmiş olur, yanlış olur. Tam tersi bizler eğer devlet tiyatroları olmasaydı bu tür eserleri sahneleyemezdik. Bu tür eserler oynanması zor ve pahalı eserler. Biletler beş lira üstelik , bu fiyatlara mümkün değil bu tür oyunlar oynanabilsin. Dolayısıyla devletin bu kurumları devam etmeli. Piyasaya oyuncu sunan da bu kurumlar.
GazeteBilkent: Örnek vermek doğru olur mu bilemedim ama Erdal Beşikçioğlu emekli olacağını söylüyor devlet tiyatrolarından. Özel bir tiyatro ve mütevazi bir tiyatro okulu açmak istediğini duydum. Sizin de böyle bir düşünceniz var mı; özel tiyatro açmak gibi?
Erdal emekli mi olacakmış. Çok genç ya. Biz Erdal’la akran sayılırız, aramız çok yok. O yüzden Erdal’ın emeklilik düşüncesi beni üzdü. Olabilir, sonuç itibariyle tiyatro sanatına devam ettikten sonra nerede, nasıl olduğunun önemi yok fakat devlet tiyatrosunun olanakları hiçbir yerde yok. Ben de özel tiyatro yapıyorum dışarda ama devlet tiyatrosunda yapabildiğim şeyler sınırsız. Bunları özel tiyatrolarda yapamam. O yüzden gidebildiğim yere kadar gitmeyi düşünüyorum devlet tiyatrosunda. Bu eseri ben hangi tiyatroya sunsam oyuncu toplayamayacağı önyargısıyla karşılaşır. Ben Erdal gibi düşünmüyorum. Erdal’ın mesleki tecrübesi benden 10 yıl kadar daha fazla ama ben Erdal’ın devlet tiyatrosunu bırakacağına inanmıyorum çünkü o da biliyor olanakların fazla olduğunu.
GazeteBilkent: Tiyatroyla tanışma maceranızı merak ediyorum. İlk başta KATÜde Jeoloji Mühendisliği’ne başlamışsınız. Orada mı tiyatroyla tanıştınız yoksa aklınızda var mıydı? KATÜ’den Hacettepe Konservatuvar birinciliğine kadar olan serüveniniz ilginç görünüyor.
Ben ilk oyunumu lise birinci sınıfta oynadım; Ölü Ozanlar Derneği’ydi. Onun dışında orta okulda birkaç küçük oyunda bulundum fakat onları saymıyorum, en ciddisi Ölü Ozanlar Derneği’ydi çünkü. O zamandan benim mesleğim belliydi, bu işi yapacağım belliydi. Başka bir şey hedeflemedim o yüzden. Matematiğim çok iyiydi o yüzden dershanedeki hocalarım beni hep mühendis olmaya yönlendirdi. O zamanlar tabii ben konservatuvar nedir, nasıl girilir bilmiyordum.Türkiye’de internet falan hiçbir şey yok o zamanlar. Sene 1995 – 96. Ben ilk denemede konservatuvar sınavında elendim, boşta kalmak istemedim o yüzden KATÜ’ye gittim ve zorunlu derslerimden de kurtulmak istedim. Tek geçtiğim derslerde o zorunlulardı zaten. Ben konservatuvara girmeden altı tane oyunda oynadım. Öyle bir anda karar verdiğim bir şey değildi. Planlıydı. Bu kadar isteyerek girdiğim bir bölümde de kalmam biraz zordu, o yüzden birincilik kendiliğinden geldi. Bizde ona çok bakılmaz önemli olan sahnedir.
GazeteBilkent: Yurt dışı eğitimlerinizi siz kendiniz araştırarak mı buldunuz yoksa hocalarınız mı yönlendirdi?
Hemen anlatayım. Grotowski diye büyük bir usta var 1962 – 63 yıllarında Polonya’da Tiyatro Laboratuvarı’nı kuruyor. Fiziksel tiyatro diye adlandırdığımız, deneysel tiyatro çalışmalarına başlıyor orada. Akademik anlamda bize öğretilen Stainslavski’dir. Grotowski bu bize öğretilenin biraz dışında, benzer ama biraz daha farklı bir yola giriyor, fiziksel aksiyonlar üzerine çalışmaya başlıyor. Eugenio Barba’nın hazırladığı Grotowski’nin Yoksul Tiyatroya Doğru adında bir eserini araştırıp buldum ve eserden çok etkilendim. Bizdeki eksikliğin oyuncunun metne bağlı kalması olduğunu fark ettim elime geçen bir video kasetle. Kaset Grotowski’nin laboratuvar çalışmalarından biriydi. Metin alındığı zaman insanların öylece kaldığını fark ettim ve ben bunu bir müzisyenin yaptığı gibi dünyanın her hangi bir yerine gittiğimde anlaşılır yapabilir miyim diye düşündüm. Üçüncü sınıfa geçerken ben, Grotowski vefat etti benim asıl hedefim onunla çalışmaktı. Biraz maddi olarak da güçlenmek için konservatuvarı bitirip çalışmaya başladım. 2005 yılı Adana Devlet Tiyatrosu’nu kazandığım yıl, Thomas Richards ve Mario Biagini Kesişen Yolların İzinde Projesiyle Türkiye’ye geldiler. Kapadokya’da 15- 20 günlük bir çalışma yaptılar. Orada Mario Biagini’yle bir araya geldim, ondan rica ettim, onlarla çalışmak istediğimi söyledim. 2007 yılında İtalya’ya gittim ancak onlarla çalışmam için en az iki yıl orada kalmam gerekiyordu, benim de böyle bir imkanım yoktu. O yüzden kısa süreli atölyelere katıldım orada. 2008 yılında Eugenio Barba o meşhur üniversite yıllarında okuduğum beni etkilen kitabı sunan adam, Adana’ya festivale geldi. Ben ona durumu izah eden bir mektup yazdım. Grotowski’yle o laboratuvar çalışmalarını başlatan ilk insanla bir araya geldim. İlk projeme onlarla 2008 yılının Mayıs ayında merkezi Danimarka’da bulunan tiyatroda Media’nın Evliliği’ni oynayarak başladım.
GazeteBilkent: Dil problem olmadı mı?
Bu çalışmaların amacı zaten dil problemini kaldırmak, metne bağlı kalmamak. Orada 22 ülkeden 33 farklı oyuncu vardı. Yani 22 tane farklı dil konuşuluyordu. Bir şeyi Türkçe ya da Latince de söylesen seyircinin anlayabileceği bir takım vokal aksiyonlar, fiziksel aksiyonlar içinde yapılıyordu. Bu yüzden dilin önemi yok.
GazeteBilkent: Rain Man ve Bir İnsan, Bir Ağaç, Bir Köpek Türkiye’de ilk defa sahneleniyor. Bu sizi heyecanlandırıyor mu ve ikisinin de ilk kez sahnelenmesi bir tesadüf mü yoksa bu sizin yenilikçiliğinizden mi kaynaklanıyor?
Hiçbirisi tesadüf değil. Aynen öyle. Lazaritsa benim projem zaten. Rain Man, Kemal Başar’ın projesi ama ben gene ilk olduğu için o projede bulunuyorum. Ben tekrarlanan değil, yeni olan işlerin peşinde olmayı seviyorum. Bakılınca Rain Man çok popüler kültürün içinde olan bir film fakat tiyatroda bambaşka şeyler çıkıyor ortaya. O samimiyeti kattığınız zaman filmden çok daha farklı bir şey çıkıyor ortaya.
GazeteBilkent: Klasik olarak en çok etkilendiğiniz oyun, sahne ve karakter nedir?
Benim en çok oynamak istediğim oyun Petter Shaffer’ın Küheylan‘ıydı. Öyle benim çok etkilendiğim şöyle böyle şeyler yok. Benim ustalarımdan Barba’nın ekibinden etkilendiğim hocalarım oldu. Cüneyt Göksel benim üniversiteden hocamdır ondan çok etkilendim.
GazeteBilkent: Fetih 1453’te Fatih Sultan Mehmet’i canlandırdınız, Yunus Emre’yi canlandırdınız, oyunlarınızda bambaşka karakterleri canlandırdınız. Karakterlerin siyasi kimlikleri sizi etkiliyor mu rolü alırken? Yani bir tavuğu canlandırmakla bir mafya babasını canlandırmak aynı mıdır sizin için?
Benim için önemli olan eserin bir bütün olarak nasıl olduğudur. Eser bütün olarak yenilikçiyse bir sorun olmaz. Fetih 1453 epik tarihi canlandırma açısından çok yenilikçi bir filmdi. Yunus Emre çok özel bir filozoftu, çok özel bir ozandır. Bu güne kadar kimse cesaret edip onunla ilgili bir şey yapmamıştı. Bu yüzden rol bana gelince memnuniyetle kabul ettim. Genelde bu tip rolleri oyuncular pek istemiyor ama bu roller bir buçuk iki senenizi vermeniz gereken rollerdir. Ben de böyle şeyleri seviyorum. Benim parayla pulla da çok sınırlı bağlantım var.
GazeteBilkent: Bizi kırmayıp röportaj isteğimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
Mürüvvet
Gerçekten çok içten, samimi, doğal ve açık sözlü bir insan. Ayrıca röportajdan anlaşıldığı üzere de cesur, yenilikçi, mütevazı ve yaptığı her işte gerçek emek sarfeden bir oyuncu.. Kendisini yeniden canlı canlı izleyebilmek verdiği emeği alkışlayabilmek ve küçükte olsa konuşma fırsatı bulmak keyifliydi :)