Elma Hırsızları: Bir Ceza Avukatının Anıları’nı Devlet Tiyatroları Sabancı Uluslararası Adana Tiyatro Festivali’nde izlemiştim. Her oyuna giderken büyük araştırmalar yapıp giderdim. Karşılaşacağım oyunu bilmek oyunu izlemeyi daha keyifli kılardı. Ama ne olduysa o gün izleyeceğim oyun hakkında hiçbir fikrim yoktu. Neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Belki bu yüzdendi bu kadar derinden etkilenmem. İki ya da üç yıl önce izlemiştim tarih kafamda net değil ama oyunu izlerken duyduğum o cümleler ve dekor capcanlı hala zihnimde. Faruk Erem hukuktaki eşsiz bilgilerini ve deneyimlerini hümanizmin süzgecinden geçirip hazırlamıştır kitabını. Hukukçuluğu boyunca da ceza hukukunda hümanist doktrini savunmuştur. Ankara Sanat Tiyatrosu’nun tiyatroya uyarlayıp bize 1984-1985 sezonunda armağan ettiği oyun 10 yıl aradan sonra tekrar gündeme gelmiş ve etkileyiciliğinden ödün vermeden büyümüştür. Yıllar geçmesine rağmen olaylar ve sorunlar güncelliğini korumuştur. Pek konuşmasak da konuşamasak da her zaman aklımızın köşesini kemirir bunlar: Suç nedir? Suçlu nedir? Ceza ne kadar cezadır? Ceza adil midir? Biz kimiz? Kimi yargılıyoruz? Cevapları aranan ama bulunamayan bu sorular daha uzun yıllar peşimizi bırakacak gibi görünmüyor.
Oyun kısa hikayelerin canlandırılmasından oluşuyor. Hikayelerin bitiminde ceza avukatımız ve asistanı gelip bu geçmiş olayların üzerinden sorgulamalar yapıp boğazlarda koca bir yumru bırakıyorlar. Boğazımdaki o yumruyu sizlerle de paylaşmak istiyorum. Hikayelerden biri Doğu Anadolu’da geçiyor. Kaçınılmaz olarak bir ağamız ve çok çocuklu iki işçimiz var mayın temizleyen. Ağa tiplemesini bozmuyor tabi her zamanki gibi acımasız ve cimri. İki yakın arkadaş ağanın mayınlı arazisini mayınlardan arındırmak için çıplak ellerle dalıyorlar araziye. İşin ucunda bebeklerine mama , eşlerine ekmek , evlerine odun var. Bağlasan durmazlar. Talihsizlik yapışmış bir kere yakalarına sülük gibi bırakmaz. Mayına basıyor bir tanesi parçalanıveriyor anında güneşten kavrulmuş bedeni. Öteki çaresiz ağıtlarla topluyor arkadaşının parçalarını, dolduruyor çuvala, götürüyor ağaya. Oralı olmuyor ağa sağ olanın parasını veriyor, Tanrıdan rahmet diliyor ötekine sadece. Arkadaş bu hak yedirmez. Ölenin parasını istiyor geride kalan ailesi için. Ölüye para ödemem deyince de arkadaş mayınlı elleriyle yapışıveriyor ağanın gırtlağına. Şimdi kim suçlu diye düşüne düşüne saçları ağarıyor insanın. Faruk Erem boşuna dememiş “Suçluyu kazıyınız altından insan çıkacaktır.'”diye
Suçlunun altından insan çıkar çıkmasına da ya kazıdıkça başka yüzleri çıkanlar ne olacak? Onlar ve onların sayısız, utanmaz yüzleri oldukça suç ve ceza yerini layıkıyla nasıl bulacak?
Hukuk toplum düzenini her hangi bir biçimde bozmuş kişiyi hakkettiği biçimde cezalandırmakla yükümlüdür. Peki bu hakkedilen biçim nedir? Üzerinde düşünülmesi ve düzeltilmesi gereken esas kısımdan başka bir şey değildir günümüzde. Elma hırsızları gibi olmalı mıdır sonumuz? Oyuna adını veren hikaye Fransa’da elma bahçesi olan bir adamın elmalarının çalınmasıyla başlıyor. Adam elmalarını çalan mahalleli çocuklardan korunmak için duvarlarının üstüne dikenli tel çekiyor. Fazla kızmış olacak ki işini sağlama almak için o tellere bir de elektrik veriyor. Bir sabah mahalleli ve bahçe sahibi uyanıp sokağa çıktığında tellerin üstünde 7 yaşında bir elma hırsızının cansız bedenini buluyor. Fransa hukuku bahçe sahibine adam öldürmekten müebbet hapis cezası veriyor. Küçük elma hırsızımız da sonsuza kadar elma yiyememe cezasına çarptırılıyor. Hikayenin burasında durup 7 yaşında bir çocuğun yiyebileceği elmaları ve ağaçların elmalarını düşünüyor insan. “İki elmadan ne olurdu ki?” demekten alıkoyamıyoruz kendimizi.
Hukuk adil olmayı beceremeyen zavallı bir kör dilenci olarak var olmaya devam edecektir. Sakın bahçe içindeki elma ağaçlarına ilişmeyin bazıları ölümcül olabiliyor.