Pablo Picasso… 1881 ve 1973 yılları arasında yaşamış, kübizm akımının temelini atmış, 20. yüzyılın en iyi bilinen sanatçılarından biri olan İspanyol asıllı ressam ve heykeltıraş. Guinness Rekorlar Kitabı’na göre 100.000 baskı, 34.000 kitap resmi ve 300 heykel, birçok seramik ve çizim meydana getirmiş; yaşadığı yüzyılın en üretken sanatçılarından biridir. Kadınlara duyduğu tutku ve onlardan aldığı ilhamla pek çok eser üretmiştir. Kadınlara olan tutkusu İspanya’da henüz on üç yaşındayken babasının onu götürdüğü genelevde başlar. Sanatını besleyen bu iştah ve tutku, ömrünün sonuna dek onunla birlikte varlığını devam ettirir. Ressam doğası gereği sahip olduğu bohem yaşam tarzı, daldan dala atlarcasına karmaşık düşüncelerle dolu bakış açısı, kadınlarla olan ilişkilerinde de kendini göstermiştir. Hiçbir kadına bir sadakat duygusu beslememiştir. Fakat onları nasıl görürse görsün; kadınların, sanatının en önemli esin kaynağı olduğunu da hiçbir zaman inkâr etmemiştir.
Picasso’nun çalkantılı aşk hayatına bakınca, hayatından geçmiş onlarca kadın arasından hikâyesini ve Picasso ile olan ilişkisini en özel bulduğum Sylvette David’i anlatmak istiyorum. Sylvette ile tanıştığı 1950’li yıllarda birlikte yaşamakta olduğu sevgilisi Françoise Gilot’a göre Picasso, ona aşık olan bütün kadınları öldüren bir seri katil gibidir. Çünkü hayatına giren kadınların pek çoğu mutsuz sonlarla karşılaşmaktadır. Hatta sevgililerinden biri olan Marie Therese Walter ve ikinci karısı Jacqueline Roque intihar ederek yaşamlarını sonlandırır. Onlarca kadının arasında Picasso ile olan ilişkisinden acısız ve hasarsız ayrılan, hatta bu ilişki ile yükselen tek kadındır Sylvette David.
İki aydan fazladır yaşamakta olduğum Hollanda’nın Rotterdam şehrinde bir sokak arasında karşıma çıkan “Atkuyruğu Saçlı Kız” isimli heykeliyle tanıdım Picasso’nun Sylvette’sini. Şu sıralar içinde bulunduğum hareketli temponun ortasında bir durup, Picasso’nun ve “Atkuyruğu Saçlı Kız”ın ilham veren, tutku dolu hikâyesini düşünmek bana çok iyi geldi. Sevdiğin, değer verdiğin biri tarafından teşvik ve takdir edilmenin, cesaretlendirilmenin tarif edilemez tadını çok iyi bilirim. Bu hikâyeyle de anladım ki inanç ve umut konusunda eksiklikler yaşadığım bugünlerde, etten kemikten sevdiklerimi özlediğim kadar, sanırım biraz da bu duyguyu özlemişim.
1954 baharında, Picasso’nun bir stüdyoya sahip olduğu Fransa’nın Vallauris kentinde tanışır Picasso ve Sylvette. Sylvette’nin Toby adındaki mobilya tasarımcısı olan nişanlısının Picasso’nun stüdyosuna yakın mesafede bir atölyesi vardır. Sylvette onunla buluşmaya giderken, her gün Picasso’nun penceresinin önünden geçer. Fakat asıl karşılaşmaları Picasso’nun sevgilisi Gilot’un Toby’den aldığı sandalyeleri Picasso’nun evine teslim etmeye geldikleri gün olur. Picasso, sarı saçlarını tepeden at kuyruğu şeklinde toplamış bu güzel genç kadından çok etkilenir ve onu eserlerinde model olarak kullanmak ister. Birkaç hafta sonra, Sylvette bir arkadaşının Picasso’nun stüdyosuna yakın terasında kahve içerken, Picasso genç kızın portresini çizdiği bir resmi ona gösterecek şekilde penceresinden sallar. Sylvette resimdekinin kendisi olduğunu fark ettiğinde, bunu bir çağrı olarak algılar ve arkadaşıyla birlikte onun stüdyosuna gider. Picasso ona, “Senin resmini yapmak istiyorum Sylvette,” der. Bu onun için çok özel bir andır; dünyaca ünlü bir ressam tarafından beğenilmek, seçilmek ve resmedilmek… Bu teklifi kabul eder ve böylece utangaç, sarışın bir kız olmaktan, Picasso’nun ‘Atkuyruğu Saçlı Kız’ı olmaya gitme yolundaki ilk adımını atar. Tanıştıklarında Picasso zaten çoktan ünlü olmuş yetmiş iki yaşında bir sanatçıydı; o ise on dokuz yaşında, güzel ve toy bir gençti. Bu sebeple Sylvette aralarındaki ilişkiyi iki sevgilininkinden çok, vaftiz babası ile kızı arasındaki bir ilişkiye benzetiyor. Aralarındaki bu bağ, edebiyatımızın Şair-i Azam’ı Abdülhak Hamit Tarhan ve refikası Lüsyen arasındaki ilişkiyi çağrıştırdı bana. Sıradan kalıpların içine sokulamayacak kadar özgün, üçüncü kişilere anlatılması kolay olmayacak kadar tek ve biricik… (Tarhan’ın Lüsyen aşkını anlatan başka bir yazımızı buradan okuyabilirsiniz.)
Tanıştıkları zaman, Picasso’nun kişisel hayatı için oldukça fırtınalı bir dönemdir. İki çocuğunun annesi Gilot, bu süre içerisinde ilişkilerini sonlandırıp onu terk eder. Yalnız ve savunmasız kalan Picasso, Sylvette’nin masumiyetine sığınır. Beraber geçirdikleri zaman hem Picasso hem de Sylvette için bir sihir kaynağı gibidir. Sylvette, bir röportajında, küçükken annesinin bir erkek arkadaşı tarafından cinsel istismara uğradığını ve o günden sonra erkeklerin ona bakmasından nefret ettiğini söyler. Fakat bu nefret, Picasso’yu tanıdıktan sonra yok olmuştur. “Picasso beni gerçekten gören ilk adamdı,” diyerek anlatıyor bunu. Yani ‘bakma’nın ötesinde bir ‘görme’ hâli. Bu yakınlığın, güvenin ve cesaretin etkisiyle sahip olduğunu kuvvetin farkına varır Sylvette.
Her şeye rağmen aralarındaki ilişki platonik bir yakınlaşmanın ötesine geçmez. Aralarında bir aşk ilişkisinde olması muhtemel herhangi bir paylaşım gerçekleşmez. Picasso, ikinci karısı olan ve daha sonra intihar eden Roque ile ilişkiye başladığında, Sylvette’nin portrelerini yapmayı bırakır. Burada, Picasso’nun Sylvette’yi gerçekten gören ilk adam olduğu noktasına geri geliyoruz. Bu, öyle herhangi bir baştan çıkarma olayı değil. Ortada söz konusu bir direnç ya da bir karşı koyuş yok. Yalnızca tuvalde, kâğıtta ve heykelde birlikte olunan bir kadın var. Buna saygı duymamak ve hayran kalmamak mümkün değil.
En başından beri kendisi de ressam olmak isteyen Sylvette’nin modellikle başlayan hikâyesi ressamlıkla devam eder. Picasso ile yaşadıklarından dolayı sanat dünyasında küçümseyici bakışlara maruz kalır. Etrafındaki bu küçümseyici bakışlardan kurtulmak için adını değiştirmek zorunda kalır. Şimdilerde, ‘Lydia Corbett’ adıyla sanat dünyasında kendinden söz ettirmeye devam ediyor. Yağlı boya ve sulu boya çalışmalarıyla dünya çapında beğeni topluyor. Picasso ile aralarındaki ilişkiyi tersine çeviren Sylvette, bir zamanlar kendisi Picasso için bir ilham kaynağı iken, artık Picasso ile edindiği deneyimlerini kendi sanatı için kaynak olarak kullanıyor. Ve yaşarken yeterince teşekkür etme imkânı bulamadığı Picasso’nun onu ölümsüz kıldığına inanarak, her fırsatta ona duyduğu minnet duygusunu dile getirmeye devam ediyor.
Beraber yürünen yollardan yorulup, başka yollara devam etme kararı alınca da yaşanan güzelliklerin, yoğun çabaların sonucu olan anıların hoyratça yok edilmediği her ilişkinin karşısında boynumuz kıldan incedir. Picasso’nun tarafından bakınca bununla ilgili kesin bir söylemde bulunmak çok doğru değil. Fakat Sylvette için, Picasso’nun onun hayatındaki inkâr edilemez yerini görmek hiç de zor değil. Bunu hem söylediklerinden hem de şu anda sanat dünyasındaki yerinden anlamak mümkün. Bir zamanlar sevdiğiniz bir insandan öğrendikleriniz ve ondan aldığınız ilhamla yeni şeyler ürettiğiniz, tazelendiğiniz, büyüdüğünüz gerçeğini inkâr etmeden, bunu her fırsatta sevgi ve özlemle dile getirmeyi bilmek; size yaşattıkları ve kattıkları için ona teşekkür edebilmek de bu hayatın inceliklerine, güzel ayrıntılarına bir örnektir. Bu yazıyı herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda hayatıma dokunan bütün güzel insanlarıma ithaf ediyorum.
İlham verenleriniz çok olsun…
Kullanılan Kaynaklar:
http://www.itv.com/news/westcountry/2016-10-05/the-girl-with-the-ponytail-meeting-the-woman-who-inspired-more-of-picassos-work-than-anyone-else/
http://www.georgewrightphotography.co.uk/untitled-gallery
özay
refikacım çok çok beğendim ve aynen katılıyorum… Yaratıcı insanların hayatı hep fırtınalıdır, onların içindeki çocuk ölmez, aşk onların yüreğinde hiç bitmez…Ve yaratılan bütün güzelliklerin ardında ille de bir kadın var…İçindeki çocuğu ve aşkı öldüren hayata hiç bir şey katamaz, en önemlisi de sevgi yaratıcılıkta bulaşıcıdır…Kimi zaman sevilene de bulaşır…Ama ille de aşk, ille de sevgi…Çok harika bir açılım olmuş…sevgiler…