İnsanoğlu göçebedir. Yolcudur. Hayata doğar lakin ondan kaçarak yaşar. Hayata doğar lakin tutunamaz, düşer. İnsan, kendi hayatının içinde kaybolmuşken nadiren dikkat eder sabah kahvaltısında kaç adet zeytin yediğine. Neye tutunacağını bilemediği günler yaşar. Uçsa mı yoksa ölse mi şaşar.
Piedra Irmağının kenarında ağlamayı sever insan. Everest Dağının tepesinden gülmeyi… Kalmayı sever çoğu zaman. Kaçıp gitmeyi… Anlaşılamadığı vakit susmayı… Özlemler yaratmayı, arkasında insan biriktirmeyi sever. Dalıp denizin dibine nefesini tutmayı sever çoğu kez. Beceremez insan… Yaşamayı beceremez. Eksik kalır. Eksik bırakılır…
Bugün sözlerime konuşarak başlamak istemezdim. Bugün bu konuşmayı başlatmak istemezdim. Ama maalesef sizlere dokunabilmek adına yine kelimelere muhtacım. Elbet tabi girişim biraz melankolik, biraz anlaşılmaz ve biraz da pek aşinası olunmayan bir mahiyette tezahür etmiş olabilir. Muhtemeldir. Fakat öncelikle bir okuyucu olarak yazarın beni benliğime karşı nasıl bir savaşa sürüklediğini başka türlü izah edemezdim.
Kitaplarını bitirdikten sonra kendi içimde karşılıklı çatışmalara girdiğim pek çok yazar olmuştur elbet. Lakin Osman Çakmakçı, âdeta sizi onunla savaşa girmeniz için sürüklüyor. Konuşmanın imkânsızlığını dile getiriyor kitabında; defalarca anlatmanın, anlaşılmanın imkânsızlığını… Fakat sizi bunun zıttı bir durumla da karşı karşıya bırakarak; sürekli kuramadığınız, kurmayı beceremediğiniz bir diyaloğun hesabını soruyor.
İnsanoğlunun birbirini anlamada, anlamlandırmada ve yorumlamada ne kadar eksik olduğuna dikkat çekiyor yazarımız. “Bizlerin dahi birbirimizi tam ölçüde anlayamadığımız bir toplum düzeninde, insan; doğa denilen mucizeye anlamlar yüklemeye başladığı sırada kaybetmiştir,” diyor Çakmakçı. Fakat asıl odak noktası; insan zekâsından çok, kelimelerin iletişimdeki hafifliği. Kitabın geneline baktığımızda duyguları tanımlaması beklenen her bir kelimenin, kendi yoğunluğunun yanında yarattığı etkinin ne kadar küçük olduğundan bahsediyor. “Anlamak sözcüklerle değil, duyarlılıkla mümkündür,” diyor. Şiirin bu duyarlılığı sağlamadaki ve anlamları genişletmedeki rolünü de ekliyor fakat bana kalırsa odaklandığı şey aslında sanatın ta kendisi. Çünkü odağımızı merkeze çevirdiğimizde, sanat dediğimiz olguyu, duygu yoğunluğunun dile getirdiği bir patlamayla ortaya çıkan ve yine o patlamayla evrimleşen bir farkındalık olarak tanımlayabiliriz.
“Sanat; dünyaya bulunduğumuz yerden tamamen farklı bir noktadan bakabilmemizi sağlar,’’ diyor Çakmakçı. Ona bu konuda sonuna kadar katılıyor ve hayatı kelimelerin çok daha ötesinde, duyguların ve anlamların içerisine gizlenmiş bir kelime birikintisi olarak ifade ediyorum.
Odayı biraz daha aydınlatmak adına perdeyi bir tık daha aralamak istiyorum ve sözlerime şu değinişlerle devam ediyorum: Adını hatırlayamadığımız tarih öncesi zamanlardan bu yana herkes bir şeyleri birkaç farklı dilde yorumlamaya çalışmıştır. Einstein, Franz Kafka, Mustafa Kemal Atatürk, Halide Edip, Nicola Tesla ve birçokları… Hayata geliş amaçlarında bir farkındalık yakalamış ve bunu topluma da aktarabilmek adına çok çabalamışlardır. Bu insanların ortak noktaları, evrenin sesini algılamış ve konuşmanın yetersizliği hissiyatıyla harekete geçmiş kimseler olmalarıdır. Bir Einstein ya da Tesla olun veya olmayın, her insan bu duygu birikintilerinden birer ırmak yaratabilir. Bu biraz paylaşımla da mümkündür. Her göz, farklı bir farkındalığın ucundan tutar ve bu farkındalıkları uygun bir dalda buluşturabilir. Fakat bunu yapabilmenin ilk kuralı kendisine bir sigara tiryakisi kadar bağımlı olduğumuz egolarımızın boynunu kesebilmek ve onları mümkün olduğu kadar kendimizden uzak tutabilmektir. Osman Çakmakçı, bu egoların toplumda yapay kişilikler yarattığını savunmaktadır. Bu yüzden, kişilerin iletişim kurmak için verdikleri mücadelenin bu egoların varlığında, karşılıklı birer tuzağa dönüştüğüne de sıklıkla değinmektedir. Severek katıldığım bir başka cümlesinde ise “Konuşmak; insanın kendi kabuğunu soymasıdır. Karşılıklı konuşmak ise karşılıklı olarak kendi kabuklarımızı soymamızı gerektirir,” diyor. Yine aslında gizliden ego üzerine bir değinme, küçük bir dokunmayla baş başa bırakıyor bizleri.
Yazarın yapıtına dayanarak; iletişimin imkânsızlık üzerine değil, konuşmanın anlaşılmazlığı üzerine olduğunu iddia edebilirim. Anlaşılmazlığın kaynağı ise egodan gelir ve tekrar egoya döner. Yani bizler aslında bu döngü içerisinden zaman bulabildiğimiz kadar diyalog kurarız. Onları aktarır veya onlarla dolarız. Bu biraz bizi insan yapan; biraz da noksan bırakan bir kusurdur. Gelin egolarımızın kabuklarını birlikte çatlatmayı deneyelim. Yaşadığınız üç günün kime umut getireceğini, kimden neler götüreceğini tahmin edemezsiniz. Taze bir günde, yeni insanlarla beraber, yeni umutlar ve sağlıklı diyaloglar inşa etmek dileğiyle…