Yazı dizimize, Nikolay Vasilyeviç Gogol’un üç büyük hikâyesinden ikincisi olan “Portre” ile devam ediyoruz. İlk olarak 1835 yılında basılan “Arabeskler” isimli kısa öykü kitabında yer alan “Portre,” Gogol’un diğer yapıtlarından sıyrılan bazı özelliklere sahip. Petersburg Öyküleri dizisinde bulunan “Portre”nin Rus ve dünya edebiyatındaki yeri, onu diğer Gogol eserlerinden ayıran özellikleri ve yazarın bu eserde yarattığı dünyanın farklılığını tartışmadan önce hikâyeyi henüz okumayanlar veya hatırlamayanlar için “Portre”nin kısa bir özetini çıkarmakta yarar var:
İki bölümden oluşan hikâyenin birinci bölümü, Petersburg’un Şçukin çarşısındaki bir resim dükkanının tasviriyle başlar. Vitrininde birbirinden farklı ve güzel manzara resimlerinin, portrelerin, natürmort eserlerin sergilendiği bu dükkanın önü her zaman kalabalıktır: Köylülerden uşaklara, yoksul mahalle sakinlerinden askerlere, soylu kadınlardan yüksek dereceli memurlara, herkes zamanın bir kısmını muhakkak bu dükkanın önünde geçirir. Pek alıcısı olmasa da seyircisi bir hayli çoktur bu resimlerin. İşte birgün Çartkov isimli genç bir ressam da kendini bu kalabalığın içinde bulur. Dükkanın önüne gelip insanların büyük bir merak ve hayranlıkla incelediği resimlere bakınca bu berbat resimleri kimlerin aldığını düşünür. Dükkan sahibinin ona zorla bir şeyler satmak istemesi üzerine Çartkov dükkanın içine girip kıyıda köşede kalmış, toz içinde unutulmaya yüz tutmuş resimleri incelemeye koyulur ve o sırada çıkık elmacık kemikli, bronz tenli, üzerinde bol bir cübbe olan kara kuru yaşlı bir Asyalının portresiyle karşılaşır. Adamın yüz çizgileri ve bu çizgilerden yayılan alev alev coşkunun yanında en çok adamın canlıymışcasına parlayan iki gözü etkiler Çartkov’u. Onun resim dükkanının karanlık ve tozlu raflarından bulup çıkardığı bu portre, dükkanda bulunan diğer müşterileri de etkilemiştir. Resimdeki ihtiyarın büyüleyici gözleri, arka sıralarda duran bir kadını müthiş derecede korkutur, öyle ki kadın “bakıyor, vallahi bakıyor!” diyerek bir adım geri çekilir. Portrenin büyüleyici etkisindeki Çartkov, cebindeki son parayı vererek portreyi satın alır ve evin yolunu tutar.
Yoksul sayılabilecek biridir ressam Çartkov. Geçimini kıt kanaât sağlar, hatta genelde kirasını bile ödeyemez. Evinde Nikita ile beraber yaşar. Nikita onun hem arkadaşı hem modeli hem de temizlikçisidir. Çartkov, yazara göre genç ve gelecek vaadeden, yetenekli bir ressamdır: Doğa resimlerinde yansısını bulan yüksek bir gözlem gücüne sahip, gelişmeye açık, büyük bir yetenek. “Bu yeteneği harcarsan, kendine yazık edersin. İlk ağızda ve hemencecik göze çarpmak için günün modasına uygun bir ışığın ardında olduğun görülüyor. Dikkat et: Bu yol sonu İngiliz resminin batağına saplar.” diye nasihatte bile bulunmuştur üniversiteden profesörü. Yazar, profesörü haksız bulmaz. Çartkov’un zaman zaman şık giyinmek, sosyetenin arasına karışmak, gezip yiyip eğlenmek isteyişini belirtir ama sanatına olan aşkının bütün bunların önüne geçtiğini söyler. Ama kendi kendini yiyip bitirmekten vazgeçemez Çartkov. İçindeki mücadele farklı boyutlarda sürer gider. Öyle ki, “adı bilinmedik bir ressamın yapıtlarını kim ne yapsın? Tanınan bir ad olup cebimi doldurabilecekken ne demeye bir ilkokul öğrencisi gibi resmin abecesiyle boğuşup duruyorum?” diye sorar durur kendine. Bu sırada tepeden tırnağa ürperir. Duvara dayalı tuvalden korkunç yüzlü biri başını uzatmış sanki kendisini izlemektedir. Bu korkusu kısa sürer çünkü o sabah resim dükkanından aldığı portreyi anımsar ve onun bu denli gerçekçi olmasına bir haylı şaşırır. Portreye daha yakından bakmak ister ama o sırada dehşetle irkilir!: Portredeki gözler, mezarından kalkmış bir ölünün yüzünde görülebilecek bir ışık ve canlılıkla doğrudan kendisine bakıyor gibidir. Çartkov odada tek başına kalmaktan ürkek. Sanki portre sürekli kendisine bakmaktadır. Bir paravanla ayrılmış odasına girip yatağına yattığında da tedirginliği geçmez. Çünkü kapı arasından, odanın duvarında asılı duran portrenin gözlerini bütün ayrıltılarıyla görebiliyordur. En sonunda yatağından fırladığı gibi kalkar ve bir çarşafla portrenin üstünü örter.
O gece rüya içinde rüya görür genç ressam: Portredeki esmer tenli ihtiyar, portreden çıkıp onun odasına gelip yatağının ucuna oturur. Cübbesinin cebinden çıkardığı altın külçelerini teker teker sayar ve bu sırada bir tanesini yatağın altına düşürür. Bunun farkına varmadan toparlanır ve usul usul odadan çıkar. Ressam Çartkov bu sırada heyecan ve korkudan ne yapacağını şaşırmaktadır. Altını alır ve avucunun içinde sımsıkı tutar. Tam bu sırada yaklaşmakta olan ihtiyarın ayak seslerini tekrar işitir. Yaşlı adam paravanın kenarından ona bakmaktadır. Tam bu sırada korku içinde uyanır. O gece hep bu ve benzeri tarzda rüyaları görür Çartkov. Bunların rüya değil, gerçeğin ta kendisi olduğuna emindir, sanki az evvel avucunun içinde sım sıkı tuttuğu altın külçesini hâlâ hissetmektedir. Düş içinde düş, kabus içinde kabus sabaha dek sürer. Geç bir saatte keyifsiz bir halde uyanır. Aklı hala gece gördüğü rüyalardadır. Özellikle avucunun içinde tuttuğu altının ne kadar da gerçek olduğunu düşünür ve ona sahip olsa neler yapabileceğini uzun uzadıya düşünerek hayaller kurar. İşte o sırada kapı çalınır ve Çartkov’un ev sahibi yanında bir polis memuruyla kapıda dikilmekte, ya kirasını ödemesi ya da evini derhal terketmesi yönünde uzun bir nutuk çekmektedir. Çartkov, parasının olmadığını, eline biraz para geçer geçmez hemen ödeyeceğini söyler. Polis memuru, parası yoksa belki de borçlarını resimleriyle ödemesine ev sahibinin razı olabileceğini söyler Çartkov’a ve içeri girerek resimleri incelemeye koyulur. Ev sahibine kıyasla sanattan anlayan birine benzemektedir polis memuru ve Çartkov’a, onun sanatına saygı ve hayranlık duymaktadır. Asyalı ihtiyarın portresinden gözlerini alamaz polis memuru. Daha da yakınlaşıp onu incelemeye koyulur, hatta eline alıp çerçevesiyle oynar. Bu sırada yaldızlı çerçevenin bir kısmı içe doğru kıvrılır ve yere mavi bir kâğıda sarılı ağır bir paket düşer. Paketin üzerinde 1.000 çervonnıy (22 ayar altın) yazdığını gören Çartkov, bir hamleyle atılıp paketi kapar. Düşen şeyin para olduğunu sezen polis memuru, parası olduğu halde borcunu neden ödemediğini sorunca, Çartkov, onu başka zamanlar içinde sakladığı yalanını uyduruverir ve o heyecanla, borcunu gün içerisinde ödeyeceğini söyler ve ev sahibi ile polis memurunu bir şekilde evden gönderir.
Bir anda zengin olan Çartkov için artık apayrı bir hayat başlamıştır. Elindeki parayla kendine türlü kıyafetler alır, istediği her şeyi yiyip içer, şehrin en güzel muhitinde güzel bir ev kiralar, gazeteye giderek hakkında övgü dolu bir haber yayınlatır. Yeni evi artık sosyeteden geçilmez, askerlerden tut zengin dul memurlarına kadar tüm aristokrat kesim ona kendi portresini yaptırmak ister. Geçen bu süre içinde Çartkov sanatından fazlasıyla ödün verir ve ısmarlama portrelerden başka bir şey yapmaz olur. Her akşam başka bir sosyetenin evinde yemeğe davet edilir, şehrin en zengin insanları arasında yer bulur. Onun artık bir zamanlar perişan bir evde kimselerin dikkatini çekmeden çalışan, kendi halinde bir ressam olduğuna inanabilmek çok zordur. Gençken hayranı olduğu büyük ressamları bile eleştirecek, onların sanatını beğenmeyecek hale gelen Çartkov’un artık iki uşağı, birçok züppe öğrencileri vardır. Artık olgunluk çağına gelmiş ve “saygıdeğer büyüğümüz”, “üstat” gibi sıfatlarla anılır olmuştur. Bir sabah evine bir davet mektubu gelir: Güzel Sanatlar Akademisi Çartkov’dan, sanatında ilerlemesi için İtalya’ya gönderilen bir Rus ressama ait bir resmi değerlendirmesini rica etmektedir. Bu ressamı hemen tanır Çartkov. Akademiden arkadaşıdır ve müthiş bir sanat tutkusu olan bir adamdır. Kalkıp akademiye gider ve kalabalığın gözlerini alamadığı resme baktığı gibi kendisi de bu eşsiz sanat eserinin büyüsüne kapılır. İnanılmaz ölçüde saf, tertemiz bir güzelliktir karşısındaki. Bu harikulade tablo hakkındaki görüşleri sorulunca kendine gelen Çartkov, kayıtsız bir yüz ifadesine bürünerek, tabloyu yerin dibine sokacak birkaç söz söylemek ister, lafı eveleyip geveler ve bir anda göz yaşları içinde koşarak akademiden ayrılır.
Evine geri döndüğünde, tüm bu gösterişin, şöhretin ve servetin gafletinden çıkmış gibidir sanki. Yazarın tabiriyle, gençliğinin en güzel yıllarını acımasızca boğup yok etmiş, yaratıcılık ateşini kendi elleriyle söndürmüştür. Büyük bir haset ve hırsla tuvalinin önüne geçen Çartkov’un şuan tek arzusu, cennetten kovulan meleği resmedebilmektir. Ama türlü kalıplara, ezber çizgilere öylesine hapsolmuştur ki bunu başaramaz. Atölyesindeki tüm sosyete portrelerini dışarı attırır ama yine de istediği şeyleri tuvale geçiremez. Sonra, “belki de bende hiç yetenek yoktu” düşüncesine saplanır ama bir zamanlar yaptığı manzara resimlerine bakınca bunun doğru olmadığını anlar. Bu sırada, eski tabloların arasında, bir zamanlar Şçukin çarşısından aldığı o sıradışı portreyi görür, portrenin tuhaf öyküsünü anımsar. Kendisindeki dönüşüme bu portre neden olmamış mıdır? Öfkeden deliye döner ve uşaklarına bu portreyi dışarı çıkarmalarını emreder. Ama bu Çartkov’un öfkesini yatıştırmaya yetmez. Yıllar yılı kazandığı bütün servetiyle ülkenin dört bir yanındaki tüm sergilerdeki en güzel eserleri satın alır onları kendi elleriyle parçalar. Çartkov için artık içinden çıkılamaz öfke nöbetleri, delilik krizleri zamanıdır. Kısa zamanda bir gölgeye dönüşür ama evine onu görmeye gelen herkesi o esrarlı portreye benzetmekten geri durmaz Çartkov. Yatağında sürekli delilik nöbetleri geçirir, ağzından köpükler çıkararak o ihtiyarın gözlerini görür her yerde. Sonunda, kendi üzüntü ve ıstırapları dışında her şeye duyarsızlaşır; yalnızca boğuk birtakım hırıltılar ve anlaşılmaz sesler çıkartır. Acılarının doruğa çıktığı bir anda yaşamı sessizce sona erer. O büyük servetinden geriye hiçbir şey kalmamış, evinde, değeri milyonları bulan parçalanmış tablolar dışında hiçbir şey bırakmamış olarak yitip gitmiştir.
İkinci bölüm, her sınıftan insanın akın akın gelerek doldurduğu, bir hayli kalabalık bir müzayedeyle başlar. Biribirinden farklı ve güzel resimlerin, mobilyaların, vazoların açık arttırma ile satıldığı bu salonda, öyle bir portre vardır ki ne pahasına olursa olsun herkes, üzerinde bol bir elbise bulunan esmer Asyalının bu portresine sahip olmak için var gücüyle savaşmaktadır. Fiyatın ağızları açık bırakacak bir noktaya geldiği sırada, içeri giren bir adam –herkesin tanıdığı ressam B.- bütün dengeleri bozacak, bu portrenin uzun süredir aradığı portre olduğuna herkesi inandırabilmek için uzun soluklu bir hikâye anlatmaya koyulacaktır:
Petersburg’un Kolomna isimli bir mahallesinden bahseder ressam B., bu mahallede yaşayan insanların ne kadar sessiz, hareketsiz ve yoksul olduğunu anlatır. Tenhalık ve yalnızlık damgasını vurmuştur buraya, her şey ucuzdur ucuz olmasına ama hiçbir şeyin de tadı yoktur doğrusu. Mahallenin yoksul insanları sık sık borç paraya gereksinim duyarlar ve bu ihtiyacı karşılamak için de yüksek faizle borç veren tefeciler çoktur burada. Ressam B. bu hikâyenin asıl kahramanı olan tefeciyi anlatmaya koyulur sonra: Bol bir cübbe giyen, yanık tenli, uzun boylu, korkunç denecek esmerlikteki zayıf yüzü ve birer koru andıran kocaman gözleriyle Kolomna’daki diğer insanlardan hemen ayrılan bir adamdı bu tefeci. Kime yüksek faizle borç verse başına gelmeyen kalmazdı. Öyle ki bu tefeciden borç alan herkesin hayatı trajik bir halde sona eriyordu. Bu trajik hikâyelere çeşitli örnekler verir ressam B.: Namuslu insanların yoldan çıkışından çevresinde saygıyla anılan merhametli ve sanat aşığı bir memurun nasıl acımasız bir sanat düşmanına dönüşmesine… Sonra lafı, ressam olan babasına getirir Ressam B. Sadece sanatla ilgilenen, gözü, evini geçindirecek ve sanatını devam ettirecek kadar parada olan, dinsel inancı yüksek biridir babası. Kiliselerden sipariş üstüne sipariş aldığı için hiç işsiz kalmaz. Birgün bir kilise için yapacağı resmin bir yerine karanlığın ruhunu yerleştirmesi gerekir ve bununla meşgul olurken evine o esmer tefeci gelir, kendisinin bir portresini yapmasını, fazla ömrünün kalmadığını, kimi kimsesinin olmadığını ve bu portre sayesinde sonsuza demek yaşamak istediğini söyler. Aradığı iblisin ayağına geldiğini düşünen babası teklifi kabul eder. Fakat portrenin çizimi başlar başlamaz yüreğine bir ağırlık çöker ressamın, özellikle adamın ateş saçan gözlerini resmederken tedirginliği kat be kat artar. Korkmaya başlar ve tefecinin tüm ısrarlarına rağmen portreyi yarıda bırakır. Gün geçtikçe huyu suyu değişmeye başlar ressamın. O denli iyi kalpli ve merhametli adam, bir öğrencisini kıskanır ve onun çevre kiliselerin siparişlerini aldığını öğrenince iyice deliye döner. Bir şekilde bir yarışma düzenlenmesini ayarlar ve odasına kapanıp var olan bütün dehasını bu resme dökmek ister. Yarışma günü gelip çattığında, kazananın Ressam B.’nin babası olacağından kimsenin şüphesi yoktur fakat yüksek bir din görevlisi, her ne kadar büyük bir yeteneği gösterse de kutsallık namına bir şey barındırmadığı için ödülü ona değil de o kıskandığı öğrencisine verir. Ressam öfkesinden deliye döner, duvardan tefecini resmini indirtir, bir bıçak getirilmesini ve ateşin hazırlanmasını ister. Porteyi tam kesecekken bir arkadaşı gelir ve yalvar yakar buna mani olur, portreyi kendisine vermesine ressamı ikna eder. Portre evden çıkar çıkmaz huzura kavuşur ressam. Tüm bunların Tanrı’nın bir cezası olduğunu düşünür ve öğrencisinden özür diler, kendisini affettirir. Uzun bir zaman sonra bir gün tefecinin portresini verdiği arkadaşı çıkagelir ve bu portre yüzünden başına neler neler geldiğini, yakmak istemekle ne kadar da haklı olduğunu anlatır ressama: Portreyi evin duvarına astığından beri sürekli korktuğunu, uyuyamadığını, içinde sevgi ve huzur namına bir şey kalmadığını en sonunda portreyi, onu çok isteyen yeğenine verdiğini söyler ve “bana kalırsa sen İblis’in portresini yapmışsın arkadaş”, der. Ressamın şuan portrenin hâlâ yeğeninde olup olmadığını sorması üzerine ise, onun da benzer sıkıntılar nedeniyle portreyi bir galeriye sattığını, oradan da başka birine satıldığını, söyler ressamın arkadaşı.
Bu olay sonrası Ressam B.’nin babası derin derin düşünür ve fırçasını şeytanın yönettiğine hüküm verir. Hemen sonra, peşi sıra karısını, kızını ve küçük oğlunu kaybeder ressam. Bunu bir ilahi ceza olarak görür ve kendini bir manastıra kapatarak keşiş olmaya karar verir. Orada her türlü çetin şartlara uyum sağlar hatta daha fazlasını ister. Kendisinin iyi bir ressam olduğunu öğrenen başrahip, ondan manastırın en önemli ikonasını yapmasını ister fakat ressam bu teklifi reddeder. Manastırın kendisine yetmediğini anlayan ressam, başrahibin de izniyle daha çileli bir yaşam için ormanın ortasında tek başına yaşamaya koyulur. Yıllar süren bu çilenin, sabrın, özverinin sonunda manastıra geri döner ve ikona için hazır olduğunu belirtir. Sonrasında, bir sene boyunca bir hücreye kapanır ve sonunda İsa’nın doğumunu tamamlar.
Ressam B., babasını manastırda ziyaret edişiyle devam eder hikâyeye. Babasının ona sanat namına verdiği altın öğütlerden bahseder. Sonrasında babasının ondan tefecinin portresini bulup mutlaka yok etmesini, kendisine vasiyet ettiğini söyler. On beş yıl boyunca dolaşmadığı sergi ve mezat kalmamıştır Ressam B.’nin, babasının söz ettiği portre işte şurada duran portreden başkası değildir. Bu sırada herkes kafasını portreye çevirir ama portrenin yerinde yeller esmektedir. Bir ses “çalmışlar!”, diye bağırır. Herkes anlatılmaz bir şaşkınlık içinde çakılıp kalır olduğu yerde. Olağanüstü canlılıktaki gözleri, delici bakışları gerçekten görmüşler midir, yoksa eski resimleri izleyip durmaktan yorulmuş gözlerine bir an görünüp yiten bir hayal midir o gözler, hiç kimse anlayamaz.
Gogol’un 1835 yılında yayınlanan bu uzun hikâyesinin en önemli özelliği, şüphesiz diğer hikâyelere kıyasla daha fazla mesaj verme gayesi barındırmasıdır. Gogol, gerek ressam Çartkov gerekse Ressam B. ve babası üzerinden bir sanat ve sanatçı eleştirisi yapmaktan geri durmamış, yeteneği olduğu halde bu yeteneği şan, şöhret ve servet uğruna körelten veya harcayan sanatçılara resim sanatı ve ressamlar üzerinden bir mesaj vermek istemiştir. Gogol’un bu gayesi, birinci bölümün neredeyse her sayfasında kendini hissettirmektedir:
“Hak ederek değil, hırsızlama elde edilmiş ün, sahibine mutluluk vermez; onu ancak hak edenlerin, ona layık olanların yüreğini heyecanla, sevinçle titretir.”
Çartkov için söylediği şu sözler de Gogol için sanatın her şeyin ötesinde ve üstünde bir yerde olduğunu kanıtlar nitelikte:
“Aman Tanrım! Gençliğinin en güzel yıllarını acımasızca boğup yok etmiş, yaratıcılık ateşini kendi elleriyle söndürmüştü.”
Ressam Çartkov’un hikâyesini anlatırken, sanki on dokuzuncu yüzyıl Rusyasında yaşamış, bir zamanlar tüm aristokrat çevrelerce bilinip tanınırken sonrasında tarihin karanlık sayfalarında kaybolmuş bir ressamın portresini çizen Gogol, hikâye içinde Çartkov’un söylediği sözlere, takındığı tavırlara iğneleyici yorumlar yapmaktan alıkoyamıyor kendisini. Mesela, Çartkov’un bir sosyete kızının portresini çizdiği sırada, kızın annesinin yaptığı müdahaleleri sanatını ayaklar altına alırcasına kabul edişine ve sanattan anlamayan bu sosyete kadına yalvarışına “saf saf” yakıştırması yapıyor Gogol.
Çartkov’un, sanatçıların toplumsal yaşam içinde yer almaları gerektiğini savunmasına, ressamların ayaktakımı gibi giyinmesini eleştirmesine, sanat icra edenlerin yüksek çevrelerde nasıl davranacaklarını bilmediklerini ve çoğunun da görgüsüz olduğunu belirtmesine, “bunları çekinmeden söylüyor” diyerek karşı çıkıyor.
Gogol’un başarılı bir şekilde kurduğu bu dünya, tümüyle gerçek ögelerden, gerçek kişilerden oluşuyor aslında ve Gogol, ressam Çartkov’un hikâyesini anlatırken, tanıdığı hatta çok iyi bildiği bir “eski dostunun” hikâyesini bizlere aktarıyor sanki. Birinci bölümün son kısımlarında, Çartkov’un öfke ve delilik nöbetleri sırasında, Çartkov için “Puşkin’in olağanüstü bir biçimde çizdiği İblis’in ta kendisiydi sanki” benzetmesini yaparak, bir başka dostuna da selam çakıyor!
Hikâyenin ikinci bölümüne başlarken, içinde bulunduğu yüzyıla bir eleştiri ve sitem ekliyor Gogol:
“Bizim zavallı on dokuzuncu yüzyılımızda milyonlarını harcayarak sanat eserlerini toplayan ve bu yüzden adı sanat koruyucusuna çıkan sanat severler yok artık. Bu yüzyılımız, sahibi oldukları milyonları kağıda geçirdikten sonra onları rakam biçiminde izleyerek para keyfi süren asık yüzlü bankerler tarafından ele geçirilmiş bulunuyor.”
Gogol, ikinci bölümün devamında da ressam B’nin babası üzerinden Tanrı’ya ve dine bakış açısını anlatıyor aslında. Adamın yıllar süren özveri, sabır ve dua sonucu, nasıl eski halinden daha da kutsal bir kişiliğe dönüştüğünü anlatırken, aslında kimi zaman fark ettirmeden, kimi zamansa paragraflar boyunca açıklayarak, Tanrı, din ve sanat adına kendi düşüncelerini ve yorumlarını belirtiyor.
Tefecinin portresinin şeytanı temsil ettiği bu hikâyede verilmek istenen mesaj oldukça açık aslında: Şeytanın yolunda elde edilen paranın hiçbir hayrı olmaz, aksine sana katbekat zararı olur. Sanatını icra ederken güdülen sanat dışı kaygılar ve hırslar, insanı sanatın ve doğruluğun yolundan çıkarır.
“Portre”, Gogol’un belki de en gelenekçi eseri. Yazar, “Portre”de diğer hikâyelerine kıyasla kendisini çok gösteriyor, birçok defa müdahalede bulunuyor.
“Burun”da mizahi ve zaman zaman absürt bir üsluba başvurmaktan kaçınmayan Gogol, “Portre”de ciddi bir dil kullanarak diğer yapıtlarına nazaran toplumsal mesajlar verme kaygısı güdüyor.
Kaynaklar:
Görseller, pinterest.com, goodimg.ru, ucceletto.devianart.com, illustrada.ru adreslerinden alınmıştır.
İnceleme için, Nikolay Vasilyeviç Gogol’un “Bir Delinin Anı Defteri-Palto-Burun-Petersburg Öyküleri Ve Fayton” ismiyle ilk basımı 2003 tarihinde Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yapılan kitabının 2013 tarihli VIII. baskısı kullanılmıştır.