“Kimse diğerlerinden tamamıyla bağımsız olamaz, neden bunun için çabalayalım ki, diye düşündü, tam tersi yöne koşup her şey için muhtaç olalım, diğerlerinin de bize ihtiyaç duymasına izin verelim, neden olmasın?”
Sally Rooney’nin Normal İnsanlar kitabının ana karakteri olan Marianne, bu sözcükleri söylerken bize sadece karakterinin değil, aynı zamanda temsil ettiği kadınlığının niteliklerinin de tüyolarını veriyor. Kitabın başından beri, sosyal ve ruhsal hayatında bağımsızlıkta son derece inatçıyken böylesine pasif sözleri ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir. Fakat kendisinin kitap boyunca diğer ana karakterimiz olan Connell başta olmak üzere hayatındaki erkeklerle ilişkisini incelediğimizde, karakterin esas duygularını ve amacını daha derinden görebiliyoruz. Marianne’in kişiliğindeki en önemli etmen kadın olması. Dolayısıyla kadınlığının en ön planda olduğu mecra olan erkeklerle ilişkileri, bize daha derinden bir inceleme yapmak için fırsat sunuyor.
Erkekler tarafından yönetilen sosyal hiyerarşide, zekası ve itaatsizliğiyle, dolayısıyla çekici olmayan özellikleriyle hiyerarşinin en altlarında, ve hatta komple dışında bir lise hayatı yaşayan Marianne, erkeğimiz Connell için utanç verici bir arzudan ibarettir. Üniversiteye geçtiklerinde durum biraz değişmiştir, Marianne ailesinin parası ve sevgililerinin sosyal statüsüyle kendine bir yer edinmiştir. Connell’la olan ilişkisinde en başından beri hissettiğimiz güçlerin dengesizliğini bu yeni sevgililerinde de fark etmeye başlarız. Oysa görünürde Marianne’in, birlikte olduğu erkeklerden daha aşağı kalır yanı yoktur. Onlardan daha zeki, prensipleri olan, birçok erkek tarafından arzulanan güçlü bir kadındır. Fakat konu romantik ilişkilere geldiğinde bir uçurum, dibi görünmeyen bir çukur görevini üstlenir. Partnerlerinin kendisine fiziksel ve psikolojik şiddet uygulamasına, cinsel anlamda kendisinden yararlanmasına, bir obje gibi kullanmasına ses çıkarmamış ve hatta bir görev olarak bilmiştir. Kendisine atılan ne varsa içine almış ve kabul etmiştir. Ne zaman bu ilişkiden kopmak istese kadın arkadaşlarından kaderini kabul etmesine ilişkin öğütler dinlemiş, partnerlerinden ayrıldığında ise ilişkide gördüğü tüm şiddetten sorumlu tutulmuş ve sosyal hayattan bir kere daha dışlanmıştır. Kitabın sonunda ise Connell’ı geleceğine uğurlayan bir Marianne ile karşılaşırız.
Marianne küçüklüğünden beri önceleri babasından, sonraları abisi tarafından sistematik bir şiddete maruz kalmış, annesi tarafından da bu şiddetin yegane sorumlusu olarak nitelendirilmiş. Okul hayatında yaşadıkları da kendi kafasında toplumdaki rolünü kesinleştirmiş: pasif bir tedarikçi. Bu şiddet öylesine içselleştirilmiş ve toplumda da belirgindir ki, diğer ilişkilerinde de bir örüntü halinde tekrarlanır. Bu durum bizi modern kadının yaşadıklarına empoze etmekte oldukça etkilidir. İkinci dalga feminizmine göre ev kadını; para, itibar ve toplumda yer edebilmek karşılığında erkeğe cinsel ilişki ve psikolojik bir çıkış sağlar. Marianne’in, yani modern kadının gözünden baktığımızda ise para eşitsizliği ortadan kalkmış olmasına rağmen oldukça suni bir konsept olan sosyal statü meselesi kadını aynı kısır döngüye zorlamaktadır. Kadın kendini bir erkeğin kontrolüne teslim ederek tüm iradesini ve mutluluğunu feda eder. Döngüden çıkmak da kadın arkadaşları tarafından hor görülür, yapılan eylemler “erkeklik” kapsamında meşrulaştırılır ve kolektif bir acı çekme sağlanmış olur. Patriyarka, kadınların rolü açısından hiçbir pozitif ilerleme olmadan sürdürülür. Kitap her ne kadar yarı yarıya Marianne’in gözünden anlatılıyor olsa da ana karakter Connell, kişiliği kitapta tam keşfedilememiş sevgili ise Marianne olarak akıllara kazınır.