Kur’an’a, kabaca, düşünülebilecek bütün art niyetlerle, metne derinlerden bir saygısızlık, bir önyargı besleyerek dahi yaklaşınca, karşılaşmaktan kaçamayacağımız en doğrudan mesajlardan biri şudur: Bu kitabın değerlerini paylaşan biri, yalan söyleyemez. Bu mesajla, Kur’an, en uzak okuyucusunu bile, şartları konusunda şüphe bırakmayacak şekilde muhatap alır; sınırlarını oldukça kalın çizgilerle belirtir. İçerdiği bütün argümanların, tarihsel iddiaların, dönemsel olguların ötesinde Kur’an’a bu açıdan bakabilmek, öncelikli olarak yoğun bir siyasi okumadır. Bu okumanın bize düşündürecekleri, hem pratik siyasetin hem de bireyler arasındaki güç ilişkilerinin örtülmeye çok uğraşılan hakikatlerinin ifşa edilebilmesi için çok şey vaat eder. Kur’an’ın ilkeler sisteminin, yalan söylememek üzerinden kurgulandığını ve yalan gerçeğiyle birlikte vazgeçilmez olarak sudur eden güven problemine olağanüstü vurguların yapıldığını ancak, kabaca değil de daha derli toplu, tarihsel arkaplan hususunda bir farkındalığa sahip olarak, saygılı bir yaklaşım ile anlayabiliriz. Böylelikle, Kur’an’da, anlayabildiğimiz kadarıyla, insan tanımının özüne ulaşırız. Bu öz, ne yalnızca siyasi ne de yalnızca tarihidir; her ikisini de kapsayan ve zamanüstü bir bağlam içeren ontolojik bir varlık bilgisidir. Varlığın, bir özne suretinde karşılaşacağı bütün ihtimallerde belirleyici rol oynar ve bir içgüdüyü andırır şekilde çevrenin, dışarının algılanışında özneyi yönlendirir.

Din, her şeyden önce, yalanın söylenmediği varsayılan bir anlaşma ortamının kurgusudur. Tanrı ile kul arasındaki ilişkiyle başlayıp sonradan bireyler arasındaki ilişkiyle devam edegelen bu hayat pratiği, ilişkiselliğin güvenli zemine oturtulmuş hali üzerinden yaşanır. Kur’an ötekiyle birlikte sürüp gidecek ve sonunda biterek hesabının verileceği hayat için düzenlemeler sunar ve muhataplarını bu düzenlemelerin kusursuz, ideal oluşuna dair bir çerçeveyi, ısrarcı temellerle birlikte insanlara sunar. Kur’an’ın bağ kuracağı insanın bu düzenlemelerle karşılaşmadan önce, güvenilir olmak gibi bir ön koşulu yerine getirmesi gerekir: bu sonuç odaklı, faydacı, tek boyutlu bir güvenilirlik değildir, aksine her şeyin başlatıcısı konumunda olan ve bütün kurgunun üzerinden şekillendiği en temel noktadır.

Birbirine yalan söyleyebilen iki birey arasında dinî bir zemin kurulu değildir. Burada daha çok kısa ve çökmeye mecbur bir iletişim geçerlidir. Dinin hiçbir gerçekliği bu iki insan arasında zuhur edemez, çünkü ortada önceden yapılmış bir anlaşma ve dolayısıyla karşılıklı sarsılmaz bir güven yoktur. Din bu sarsılmaz güvenin üstünde yükselir, dolayısıyla iki kişi ile birlikte bahsedilebilir hale gelir. Kur’an’ın inananlar dediği ve dolayısıyla bir tanımı içine dahil ettiği insanlar, tanımlarını, öncelikli olarak Tanrı’ya yalan söylemeyeceklerinden ve tam bir güvenle ona sarılacaklarından alırlar. İman edenler, emin olunanlardır; Tanrı’ya güvenenler, aynı zamanda, Tanrı’nın da kendilerine güvendiğidir.

Eğer iki kişinin varlığı ile dinin kendiliğinden ortaya çıkacağını söylüyorsak, siyasî olan her şeyi dinî bir referansla düşünmek için elimizde fazlasıyla dayanak bulunuyor demektir. Siyaset, iki kişiyle oluşmaya başlar. Kur’an dinî alanın pratikleri için hem teorik hem de pratik düzenlemeler sunduğu için, siyasete hiçbir dolayım olmadan dokunur: Kur’an’ın iman edenler dedikleri, iki kişinin dünyasında sapasağlam bir güveni tesis edebilenlerdir. Siyaset iki kişinin sorununu çözmeye soyunur ve bunun ezberden bir çözümle, sorgulanamaz bir otorite yaratarak, iki kişinin arasına iktidarı yerleştirerek yoluna koymaya çabalar. Kur’an’ın (anladığımız kadarıyla) derdi ve siyasî bir metod olarak düşündüğü şey başkadır: iki kişinin a priori olarak birbirine güvenmeleri için gereken ahlakî temelin inananlar, yani her şartta emin olunan, kendilerine güvenilen insanlar tarafından oluşturulması gerektiği kitap tarafından vurgulanır. Otoritenin, yasa belirleyicinin mutlak surette Tanrısallaştırılması ve eşit konumdaki insanlar arasında Tanrısallık taslamaya varacak iktidar oyunlarının reddedilmesi şartı yine Kur’an bağlamında gözümüze çarpar.

Bütün bu vurgulanan noktalar üzerinde yoğun bir dikkati gerektiren başlıca mesele yalanın algılanışıdır. Kur’an yalan söylemenin ilişkiselliği bitireceğine dair ilkeyi veya uyarıyı tek eline almış değildir, pek çok öğreti bu temel akideyi benimser. Hiçbir yönlendirmeye bağlı kalmaya mecbur olmadan, kestirme bir akıl yürütme ile de yalanın içeriğindeki çelişkileri düşünebilir, yazının başından beri Kur’an’a referansla sunulan önermelere varabiliriz. (Kur’an kendisine zaten hatırlatıcı der: saf bir akılla düşünmeye niyetlendiğimizde ulaşmamızın kaçınılmaz olacağı içsel hakikatleri hatırlatır.) Yalan söylemek fiilinin kavramsal olarak hoş karşılandığı hiçbir düşünsel bağlam bulunmaz. Dolayısıyla yalan söylemenin ne kadar kötü bir şey olduğundan bahsedip durmak boşa kürek çekmeyi andırır. Bu küçük yazının yalan söylemek üzerinden amaçladığı, okuyucuda uyandırmak istediği noktalar nelerdir sorusu sonuna kadar meşru bir soru olarak bir an önce cevaplanmayı hak eder: mesele yalan söylemek değildir, doğru kılıfına bürünmüş yalanların hakikat oluşudur, bu yalanlarla dolu hakikatlerin hiçbir ilişkisellik oluşturamayacağına dair vurgudur, dönüp dolaşıp karşılaştığımız ideolojik söylemlerin baştan aşağı yalan söylemeyi meşrulaştıran motivasyonlarla kurgulandığının altını çizmektir. Siyasî gerçeklik artık tamamen güvensizlikle ilişkilendirilir olmuştur ve Kur’an, sadece siyasî değil, bütün ontolojik gerçekliklerin bu ilişkilendirme ile meşruluklarını yitireceklerini belirtir.

İki kişi ile başlayan siyasi ve dolayısıyla dini bir bağlam oluşturulur, bu bağlam insanüstü bir referansa (Kur’an’a) yöneltilerek güçlendirilir ve politik hedeflere Kur’an aracılığıyla erişilmeye çalışılır. Bu kurgunun kulak tırmalayıcı görüntüsünün ardında hiçbir problem yoktur, eğer kurgunun failleri Tanrı’ya yalan söylememeye, ikinci bir kişiyi güvensizliğe yöneltebilecek hiçbir eyleme girişmeyeceklerine dair ilkelerini mutlaklaştırabilirlerse. İslam (Kur’an referanslı din) ve politik hedeflerin buluşturulmaya çalışılması meşruiyetini ancak böyle kesin bir gerekliliği sağlayarak kazanabilir. Bu durumda hemen aklımıza siyasetin yalanla ve güvensizlikle olan korkunç içiçeliği gelebilir ve böylelikle Kur’an üzerinden oluşturulacak siyasî bir söylemin imkânsız olduğuna kanaat getirebiliriz: ancak yine de bu kadar umutsuz olmanın bir anlamı yoktur, sınırların zorlanabileceği ve insanlara yalan söylemenin zorunluluk arz etmediği bir düzen hiçbir idealiteyi çağrıştırmaz, yalnızca bütün ahlâk önermelerinin kaçınılmaz sonucu olarak, yapılması gerekeni bize telkin eder. Belki sadece Izetbegović’in hatırası bile bu umutstuzluğun def edilebilmesi için muhtaç olunan ışığı sağlayabilir.

Leave a Reply