Seçim heyecanın yavaş yavaş tekrar gündeme geldiği, aday adaylarının ortalığı kuşattığı şu dönemde kör göze parmak bir konu vardır ki herhalde bu da ‘liyakat’ten başkası değildir. Liyâkat, bir işe ehil olmak ve bir işe lâyık olmak demektir. İşin hakkını vermek becerisidir. Bu beceri bir güzel ahlâk prensibi olan emânete riâyet etme temeline oturur, eğitimle ve tecrübeyle kazanılır.
Verilen veya alınan her görev bir emânettir. İşi doğru ve düzgün yapmak, emânete uygun davranmanın bir gereğidir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” âyeti bize işlerimizde dürüst olmayı ve işe hakkını vermeyi emreder. İşe hakkını vermek için işe ehil olmamız, yani iş becerimizin olması, iş hakkında yeterli düzeyde tecrübemizin olması, işi yapma isteğimiz ve kararlılığımızın olması gerekir. Bu sıfatların hepsinin bir araya gelmesine liyâkat diyebiliriz.
İslam dini liyakat ve ehliyet konusunda son derece hassastır. Mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz buyuruyor ki;
“Şüphesiz Allah, emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor! Doğrusu Allah, işitendir, görendir.”(Nisa 58)
Benzeri ayet, hadis ve sünnet örneklerini çoğaltabileceğimiz gibi Asr-ı Saadet’te de bu konu üzerine titrenilen ve pek mühim görülen bir konuydu. Kaynağını kutsi kitaptan alan bir dinin direkleri sayılabilecek zevat da zaten bu konuyu göz ardı etmesi düşünülmezdi, düşünülemezdi.
Kaht-ı Rical
Kaht-ı rical ehil insan eksikliğine karşılık düşer. Hz. Ömer zamanında sınırların genişlemesi ile atanacak şurta reisleri ve valilerin bulunmasında zorluklar yaşanmış ve Hz. Ömer iyi bir Müslümanlıkla iyi bir idareci olmanın farkını ortaya koymuştur. ‘kaht-ı rical’ (ehil adam eksikliği)den ilk söz eden İslam idarecisi Hz. Ömer’dir. Bu nedenle bir görevlendirme yaparken, yakın çevresine, kendine destek (oy) verenlere değil, işi ehline teslim etmek için ülkenin her yanında araştırmalar yapar, ehliyet sahibi kimseleri bulur, işi ona teslim ederdi.
Hz. Osman da bunun farkına varmış ve bu eksikliği, ‘güven ve itimat’ esasına dayanan bir yöntemle aşmaya çalışmıştır. Ehil ve liyakat sahibi adam bulamadığı için kendisine kayıtsız şartsız bağlı olacak ve talimatına uyacak akrabalarını seçen Hz. Osman, bunun siyaseten yanlış olduğunu fark ettiğinde ise iş işten geçmişti.
Hz. Osman’ın eleştirilen o siyaseti, maalesef bizim cumhuriyet döneminin tamamında tatbik edilmiştir. Siyasi liderler, hemen hemen tüm atamalarda, işi yapabilecek ehil insan yerine motamot kendilerine itaat edecek insanları tercih ediyorlar. Bu sadece bizde olan bir durum değil elbet. Tüm İslam yurtlarında geçerli olan bir durumdur.
Liyakatin en güzel örnekleri diğer bir çok konuda olduğu gibi Peygamber Efendimiz zamanında verilmiştir. En sarih örneklerinden birinin Mekke’nin fethi ve sonrasındaki Mekke yönetimi olduğunu sanırım kimse inkar etmeyecektir. Liyakatten bahsederken mutlaka değinilmesi gereken kişisel ve hususlar var ki Hz. Ömer bu grubun başlarını çekenlerden. Ancak ortaya bir sentez koyabilmek için Osmanlı devletinde ve Batı felsefesinde liyakat nedir, nereye düşer görmek lazım gelir.
Koçi Bey
Koçi Bey 17. yüzyılda yaşamış bir Türk düşünürdür. IV. Murat, bilgi ve tecrübesinden yararlanmak için Koçi Bey’i kendisine danışman olarak atamıştır. Koçi Bey yazdığı risalelerde Osmanlı İmparatorluğunda çeşitli makam ve görevlerdeki liyakatsizliği, kayırmacılığı sürekli olarak eleştirmiş ve çözümler önermiştir. Şu kesit sanırım durumu en güzel şekilde özetlemektedir.
“Yüksek makamların şunun veyahut bunun aracılığı ile verilmesi doğru değildir. En bilgilisi hangisi ise ona verilmek gerektir. Bir cahilin, sırf eskidir diye bir bilgilinin önüne geçmesi haksızlıktır. Bilgi ve diyaneti olunca, genç de olsa zarar vermez. Yaşlı ile genç, bilgi ile marifette eşit olunca yaşlının önüne geçmesi daha doğrudur. Amma bilgi ve marifetten yoksun olunca 1000 yaşında da olsa halka faydası olmaz. Ve hakkı yanlıştan ayıramaz.”
Koçi Bey demişken kaldığımız yerden, Osmanlı’dan devam edebiliriz. Cem Oğuz 1999’da kaleme aldığı “Osmanlı: Toplum” adlı eserinde de Osmanlı yönetimindeki liyakate değinmiş ve toplumdaki liyakat sisteminin en güzel örneği olarak da devşirme sistemini vermiştir. Bildiğimiz üzere devşirme sisteminden yetişenler liyakatleri esas alınmak üzere sadrazamlığa kadar yükselebilmekteydiler. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu’nda görev yapmış 218 sadrazamdan yalnızca 101’i Türk veyahut Türk kökenli geri kalanı ise diğer etnik kökenlerden gelmektedir.
Meritokrasi
Meritokrasi, personel istihdamında liyakat sisteminin esas alınması anlamında kullanılan bir kavramdır. Kelimeyi ilk kez Britanyalı sosyolog Michael Young hiciv tarzındaki eseri “Rise of the Meritocracy” (Meritokrasinin Yükselişi)’de kullanmıştır. Liyakat sistemi siyasal kayırmacılık sisteminin uygulamada olumsuz sonuçlar vermesi neticesinde ortaya çıkan bir sistemdir.
Kamu yönetimi açısından da meritokrasi, liyakata dayalı yönetim sistemini ifade eder. İdeal olan liyakat sistemi olmakla birlikte, kamu yönetiminde kayırma sisteminin ön planda olduğunu görüyoruz. Kayırma sisteminde kişinin bir devlet görevine alınmasında veya atanmasında akrabalık, eş-dost ilişkileri ve partizanlık ilişkileri hakimdir. Nepotizm (akraba kayırmacılığı) , kronizm (eş-dost kayırmacılığı) ile patronaj ve partizanlık (siyasi kayırmacılıklar) iyice yozlaşmış bir devlet yönetimindeki hastalıklardır. Bu hastalıkların çözümünü ayette, hadiste ve sünnette bulabileceğimiz gibi bu bağlamda tarihin aydınlatıcı işlevinden de pek tabii faydalanabiliriz.
Meritokrasi kelimesi ilk kez Young tarafından kullanılmış olsa da, aslında Eflatun’un Devlet’inde çerçevesi çoktan çizilmişti. Liyakat kavramı Batı’nın da katkısı ile adım adım formunu kazanmış, 19. Yüzyılın liberal elitistlerinden sayılabilecek, J. Stuart Mill ve Alexis de Tocqueville tarafından da politik arenada demokrasi ile kombin haline getirilerek uygulanmaya çalışılmıştı. Günümüzde ise meritokrasinin temel ilkeleri birçok devletin de ilkeleri olarak görünse de tatbik edilmediğini dile getirmek sanırım malumun ilanı olup yalnızca abesle iştigal olur.
Sonuç Yerine
Kur’an; ısrarla kulu, Allah’tan başka hiçbir iradeye gerçek manada boyun eğmemesi noktasında uyarırken, biz hep kendimizi, filanın kulu, feşmekanın bendesi, berikinin marabası, ötekinin bağlısı haline getirmişiz. Bu siyasi bir hastalık olarak tarihimizde ve günümüzde toplumlarda ve özellikle İslam toplumlarında zuhur etmiş, İslam yurtlarında büyük tarumarlara sebep olmuştur. Siyasilere düşen bu yanlışlardan ders almak, topluma düşen de siyasetçilere doğru mesajları verebilmektir.
Hürriyet fikrinin gelişmesi, insandaki ‘ademiyet’ damarının uyanması, özellikle halkın kendisini idare edenleri gözden geçirmesi bakımından yaşananlar son derece kıymetli örneklerdir. İnşallah yaşanantüm hadiseler, gerçek bir uyanışa sebebiyet verir de İslam memleketlerinde siyaset yapacak olanlara da ders olur. Ve böylece, bugüne kadar ‘emanet ve güven’ temelinde sürüp giden siyaset ediş yolu, artık liyakat esası üzerine oturur. Kamil iman, ilim, irfan, hikmet, erdem ve salih amel sahibi; adalet, hak ve hakikatten şaşmayan, Allah rızasını kazanmaktan başka gayesi olmayan, bu uğurda kınayanın kınamasına, övenin övgüsüne aldırmayıp, her türlü fedakarlığı yapan, gözünü budaktan esirgemeyen yetişmiş ilim, siyaset ve devlet adamları baş tacı edilmez mi diyerek ucunu açık bırakıyorum. Özet niyetine atalar sözüne kulak verelim: “Bir baş soğan kazanı kokutur.” sözü aslında tam olarak yönetici ve tebaa ilişkisi için söylenmiştir. Allah muhafaza kazan kokarsa ne o yemeğin lezzeti kalır, ne de tebaa o yemekle karnını doyurabilir.