Merhaba GazeteBilkent okurları ! 

Sizlere yeni projemizin haberini vermenin mutluluğu içindeyim. Bildiğiniz üzere, GazeteBilkent yazarı olmayanların “misafir yazar” olarak içeriklerini bizlerle paylaşması mümkün. Bu yazı dizimizin içeriği de tam olarak bu konseptten yola çıkarak oluştu. Bu noktada, farklı üniversitelerde okuyan öğrencilerin ortak çalışmalarının ürünleri nasıl olur sorusu bizlere ilham verdi. Böylece kültür ve sanat konularıyla ilgili olan her okurumuz için onların da yazabilecekleri yeni bir içerik hazırlamaya karar verdik.

Süreçten bahsetmem gerekirse, öncelikle yeni yazı serimizde 3 farklı üniversitede okuyan öğrenciler tanışıyorlar. İlgi alanlarından, zevklerinden, sanata dair düşüncelerinden bahsediyorlar. Devamında, öğrenciler ortak beğenilerinden yola çıkarak birlikte yazacakları kültür sanat içeriğine karar veriyor. Sonrasında karar verdikleri içerik onlarda nasıl karşılık buluyorsa bireysel olarak yazıyorlar. Dilerlese, akademik bir üslup dilerlerse lirik bir dil. Hem biz GazeteBilkent ailesine hem de siz değerli okuyucularımıza yeni bakış açıları sunabilmeleri tek kriterimiz. Yani bizim için önemli olan, kendilerini ifade etmeleri. 

Yazı serimizin ilk grubunda Yeditepe Üniversitesi’nden Zeynep Dikici, İstanbul Üniversitesi’nden Muhammed Said Tatar ve Bilkent Üniversitesi’nden Sena Aydın yer alıyor. Bize Ara Güler‘i anlattılar. İlgileri için ve ortaya çıkardıkları bu güzel yazı için onlara teşekkür ederim.

Kültür Sanat birimi yazarlarımızdan Sena Aydın, Güvenç Arman Arı ve Çağın Eroğlu’na destekleri için tekrar teşekkür ederim.

Sena Aydın, Bilkent Üniversitesi, Hukuk.

Ara Güler benim için uzun bir süre yalnızca fotoğrafçı olduğunu bildiğim biriydi. Özel bir ilgim ya da hakkında bir fikrim yoktu. Pera Müzesi’nde o sırada gösterimde olan Sergei Parajanov sergisine gittiğimde Ara Güler’e olan ilgim de arttı. Sergide Parajanov’un farklı eserleri ve hayatı anlatılıyordu. Serginin bir kısmı da yalnızca Ara Güler ile olan anılarına ve fotoğraflarına ayrılmıştı. Parajanov’un eserleri ve fikir dünyası o kadar ilgimi çekmişti ki, onun bu kadar yakın olduğu Ara Güler’i de daha yakından tanımak istedim. “Great minds think alike” demişler. Sanırım Ara Güler’e olan ilgimin artmasının sebebi buydu. 

 

Tuhaf dergisinin Mayıs 2018 sayısında İlber Ortaylı ve Ara Güler’in bir sohbeti yayınlanmıştı. Ara Güler hakkındaki fikirlerimin temelinde de o yazı yatar. Yazıda Salvador Dali’den ve Picasso’dan bahsetmişlerdi. Ara Güler, Dali’nin numaradan deli rolü yapan bir faşist olduğunu söylüyordu. Picasso’yla ilgili düşüncesi ise daha farklıydı: Picasso’nun fotoğrafını çekmeye gittiğinde dört gün evinde kalmış. Picasso “Madem sen benim fotoğrafımı çekiyorsun ben de seni çizeyim” demiş. Heyecanlanan Ara Güler çevresinde temiz bir kâğıt bulamayınca kütüphaneden antika bir kitap çıkarmış, kıyamadığı için sayfasını yırtamamış, resmi de o kitabın üzerine çizilmiş.

 Sohbetin bir yerinde İlber Ortaylı, Nazım Hikmet’ten ve “Memleketimden İnsan Manzaraları” kitabından bahsediyor. Türk toplumunu, hem yüce hem de düşük taraflarıyla çok güzel tarif ettiğini söylüyor. Yazının devamında bununla ilgili bir şey yoktu ancak, ben Ara Güler’in de aynı şeyi yaptığını düşünüyorum. Özellikle İstanbul fotoğraflarında insanı sokakların derinliklerine çeken ve olayları farklı şekilde hissetmeyi sağlayan bir bakış açısı var. İstanbul’un eski sokaklarında her dolaştığımda kendi kendime “Ara Güler burada olsa neyin fotoğrafını çekerdi?” diye sorarım. Fotoğraflarındaki acı, ümit, o belli belirsiz pus, bir bekleme hâli ya da bir koşuşturmaca… Çocukların gözlerinden ya da insanların yüzlerindeki çizgilerden yansıyan İstanbul… Hissedilenleri ve hissedilmiş olanları görmezden gelmeye o kadar alıştık ki. Oysa Beyoğlu’ndaki o eski evlerden hâlâ ayak sesleri geliyor, içeride yaşanmışlıkların gürültüsü var.

 Kendi iç sesimizi duymamak için bile o kadar çok yola başvuruyoruz ki bir süre sonra evlerden, mezar taşlarından, kaldırımlardan gelen sesleri duymak için fazlasıyla sağır hale geliyoruz. Bu yüzden hep soruyorum kendime, Ara Güler olsa neyin fotoğrafını çekerdi? Onun fotoğraflarından her zaman duygular ve fikirler fışkırıyor çünkü. Çocukların kahkahasını ve şehrin insanın içine işleyen kendine has uğultusunu duyuyorsunuz. İstanbul’un sessizliği bile kulaklarımıza bir şarkı fısıldıyor. Oysa biz gürültülü müziklerimiz, gece kulüplerimiz, hissiz kahkahalarımız; denizlere, sokaklara, içimize yığdığımız çöplerimiz ve hatırlamayı unutmuş kalplerimizle o şarkıyı başarılı bir şekilde bastırıyoruz. Ne yazık bize ve ne mutlu Ara Güler gibi hissedebilenlere!

 

Muhammed Said Tatar, İstanbul Üniversitesi, Hukuk.

 

-I-

Her şey doğası gereği birtakım karakteristik özelliklere sahiptir. Sözgelimi bir aleti saat olarak tanımlayabilmemiz için o aletin zamanı göstermesi gerekir. Zamanı gösteren her alet saat olarak tanımlanabilir mi tartışılır ama bir saatin saat olarak nitelendirilebilmesi için zamanı göstermesi şarttır. İşte böyle de bir eserin “sanat eseri” olarak tanımlanabilmesi için birtakım özelliklere sahip olması beklenir. Bu özelliklerin ne olduğu ise asırlardan beri tartışılagelmiş, bunun neticesinde birbirinden farklı, sayısız sanat tanımı ortaya çıkmıştır. 

Kendi kriterleri etrafında tanım ortaya koyan ya da ortaya konmuş bir tanımı benimseyen insanlar, bu kriterlere uymayan eserleri sanattan yoksun olmakla itham etmişlerdir. Tolstoy, “Sanat Nedir?” adlı eserinde buna dikkat çekiyor:

…bizzat eleştirmenlerin -değişik okullardan eleştirmenlerin- sanata ait değildir dedikleri, sanata ilişkin görmedikleri şeyleri çıkaracak olursak, ortada neredeyse sanat diye bir şey kalmayacak.

Din konusunda yorumları farklı ilahiyatçılar gibi, sanatı farklı yorumlayan sanatçılar da birbirini yok sayıyor, yok ediyorlar. Bugün var olan değişik sanat okullarından sanatçılara kulak verin, birbirlerini hemen yadsıdıklarını görürsünüz.”

Farklı sanat tanımlarını kesin bir dille reddedebilecek cesarete sahip hissetmesem de, bu konu üzerine kafa yoran herkes gibi benim de kendi fikirlerim ve birikimim etrafında şekillenmiş bir tanımım var. Bu tanıma göre, bir eserin sanat eseri olarak nitelendirilebilmesi için gereken asli unsurlardan bir tanesi hikayedir. Hikayesi olmayan bir eser, sanatın özelliklerini taşıyamaz. 

-II-

“Bana İstanbul fotoğrafçısı diyorlar ama ben dünya vatandaşıyım. Dünyanın foto muhabiriyim.” diyor Ara Güler. Kendisinin bir fotoğraf sanatçısı değil, foto muhabiri olduğunu üstüne basa basa söylüyor. Verdiği mülakatlarda, yaptığı röportajlarda sık sık fotoğrafı bir sanat olarak görmediğini dile getiriyor:

Bu kadar küçük bir şey sanat olmaz. İki adamı yan yana koydum, ben onları çektim biraz da estetik kattım diyelim… Bu sanat olur mu? Sanatçı Mozart’tır, Beethoven’dir, Picasso’dur. Bunların yaptığı sanattır, sanat bir mesaj verir. Düşün, fotoğraf hakikaten sanat olsaydı bir dijital çıktı diye, bu iş bu kadar ayağa düşer miydi? Şimdi herkes kendisine fotoğraf sanatçısı dedirtiyor. Bunlar sanatkâr mı be…”

Az önce değindiğim sanat eseri mevzusuna geri dönmek istiyorum. Sanat eserinin bir hikayesi olması gerektiğinden bahsetmiştim. Hikayesi olan her şeyin sanat eserine dönüşme potansiyeli olmasına karşın, mevzubahis hikaye henüz bir sanatçı tarafından işlenmemişse “eser” olarak nitelendirilemez. Çünkü bir eserin mevcut olması için ortada emek olması gerekir. Emeğin az ya da çok olması pek de mühim değildir. Fakat emek tek başına yeterli olmaz. Sarf edilen emeğin sonucunda bir ürünün ortaya konması gerekir. O zaman soruyorum: Fotoğraf bir “eser” sayılabilir mi? Fikrimce, sayılır. Çünkü fotoğrafta emek ve ürün ortaya konulur. Emek ve ürün, hikayeyle bir araya gelirse sanatın doğması için bütün şartlar mevcuttur demektir. Bu perspektiften baktığımda fotoğrafın da bir sanat eseri olabileceğini söylemek elbette mümkün. Fakat şunu da unutmamak lazım: Nasıl ki şiir yazdığını iddia eden herkes şair olamıyorsa fotoğraf çeken herkes de fotoğraf sanatçısı olamaz.

  Ara Güler’in fotoğraflarında hikaye her zaman için mevcuttur. Bunun en büyük kanıtı da, günümüzün fotoğrafçılarını eleştirdiği şu sözleridir:

“Bugün artık fotoğrafçılar, para kazanmak için bu işi yapıyorlar. İnsanları sevmiyorlar. İnsanlara birer obje olarak bakıyorlar. Ben onlarla oturuyorum, konuşuyorum, konuşurken halini anlamaya çalışıyorum, içlerinde olup fotoğraflarını çekiyorum. Ama onlar uzaktan tele-objektiflere falan çalışırlar. Yaşamıyorlar. Sarhoşla sarhoş olmuyorlar.”

Soruyorum sizlere: Bu cümlelerde Ara Güler’in yaptığını söylediği şeyler, insanların hikayesine dahil olmak değil de nedir?

-III-

Bu yazı için bir fotoğraf seçmem gerekiyordu. Ara Güler’in internet sitesine girdim ve fotoğrafların arasında daldım. Hepsi birbirinden güzel fotoğrafların arasında kayboluverdim. Bu kadar güzel eser arasından bir tanesini seçmek oldukça zor oldu. Hangisine baksam arkasında derin anlamlar yatıyordu. Dünyanın farklı yerlerinden anlar toplayıp getirmişti ve bu anları bizlere sunuyordu Ara Güler. En son bu fotoğraf hakkında yazmaya karar verdim: 

pastedGraphic.png

Bu fotoğrafa bakınca ne mi görüyorum? Bir hikaye görüyorum.

Vapurun ışıkları yanıyor. Havanın aydınlığı yavaş yavaş kayboluyor. Akşam yeni yeni çöküyor İstanbul’un üzerine. Birbirinin yanında duran fakat farklı yönlere bakan iki sandalye… Bir ayrılığın haberini veriyorlar gibi. Daha az önce yaşanmış bu ayrılık, belki bir saat geçmemiş üstünden. Sanki az önce kalkmış hüznün yükünü sırtlanmış iki sevgili bu sandalyelerden. Hatta o kadar ki yükün ağırlığını kavrayacak vakitleri olmamış henüz. İki büyük şairin iki şiirinden dizeler aynı anda yankılanıyor kulağımda:

“Geceleri Galata’da gülerken bacaklarımız uzamış alıştık artık ölüme

Diyeceğim şu Ivan Milinski: ölüm için ayırdık geceleri

Galata’da.”

-Ece Ayhan, Galata Kantosu

 

“an ki fıskiyesi sonsuzluğun

keşke yalnız bunun için sevseydim seni.”

-Cemal Süreya, Keşke Yalnız Bunun için Sevseydim Seni

Zeynep Dikici, Yeditepe Üniversitesi, Hukuk.

Zaman ne büyülü bir kavram.. Yitirilen onca değere rağmen, etkisinden bir nebze bile eksilmeyen belki de tek gerçek.. Acıları, mutlulukları, kızgınlıkları, kırgınlıkları unutturan adeta bir silah.. Tüm bunları yaparken en çok tercih ettiği yöntem ise ‘unutturmak’.

Unutmak her zaman iyi midir yoksa her zaman kötü müdür, tartışmaya açık bir konu. Her zaman kötü olamaz çünkü insana ağır gelen yükleri kenara bırakıp hayat denen bu yorucu maratonda tekrar koşabilme fırsatı verir. Nefes aldırır, güç verir. Her zaman iyi değildir çünkü, bizi insan yapan değerlerimizi kaybettirir. Gözümüzün önünde yaşanılan korkunç olayları kanıksamamıza, onlara kayıtsız kalmamıza ve en kötüsü hissizleşmemize sebep olur. Yani unutmak kimi zaman özgürleşmektir kimi zaman ise tutsak kalmak.. 

Bazen tek bir fotoğraf karesi, bizi alıp çok uzaklara götürür. Sayılamayacak kadar çok duyguyu saniyeler içerisinde yaşamamıza neden olur. Hayatın durmak bilmeyen, hızlı ve yorucu temposunda anlamlı bir mola verdirir.  

Ara Güler, meslek hayatı boyunca kim bilir kaç kere kaç insanın kalbine dokunmuştur çektiği fotoğraflarla. Yaşamın baş döndüren hızında kaybolan kaç insana, tek bir kareyle gerçeği tüm çıplaklığı ile hatırlatmıştır. Hayal aleminde yaşayan bizlere, artık aynı şeyleri yapmaktan monotonlaşan beyinlerimize, düşünmemiz için fırsat tanımıştır. 

Yaşları 10-12 arasında civarında, elleri kalem tutması gerekirken, askeri üniformanın soğukluğuyla yüzleşen; kıyafetleri top oynamaktan eskimesi gerekirken, yapılan eğitimlerden kirlenen ; gözleri annelerinin onlara yeni aldığı oyuncağın vermiş olduğu mutluluktan parlaması gerekirken, çocukluklarını yaşayamamanın verdiği hüzün ve aynı zamanda büyümek zorunda olmanın verdiği korkuyla bakan çocukları almış bir fotoğraf karesinde. 

Umudumuz olan çocukların ne şartlarda yaşamaya maruz bırakıyoruz. Aslında onların bize değil bizim onlara ihtiyacımız olduğunu ne kadar çabuk unutuyoruz. Tam anlamıyla çivisi çıkmış bir dünyada, kahramanlarımıza gösterdiğimiz davranış bizi yok etmekten başka bir şey yapmayacaktır. 

Aramızdan ayrılan Ara GÜLER, bize ışık tutup, birçok şeyi hatırlattığın için çok teşekkür ederiz. Seni her daim hatırlamayı ve asla unutturmamayı boynumuza borç biliriz. Huzur içinde uyu..

Leave a Reply