Bilge Karasu’nun ilk baskısı 1970’de yapılan Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı adlı öykü kitabının baş karakteri olan Andronikos, Bizans İkonoklazmı (İkonakırıcılık) dönemine şahitlik etmiş genç bir keşiştir. İmparatorluğun baskısıyla tasvir içeren her türlü ikona veya heykele karşı tam anlamıyla bir savaş ilan edilmesi, o döneme dek kutsal kabul edilen İsa, Meryem veya azizlerin suretlerinin devlet eliyle yakılıp yıkılması, hatta buna en alt düzeyde karşı çıkan din adamlarının dahi ortadan kaldırılması gibi sebepler Andronikos’u son derece huzursuz kılıyordu.
Bir yandan yaşadığı dönemin gereklerine ve devletin ceberrut yüzüne uyum sağlamakta zorlanan genç keşiş, bir yandan da dini duygularıyla çatışıyor, kutsal bildiklerinin kutsal olmadığının yüksek sesle iddia edilmesine hayretler içinde kalıyor, fakat somut bir tepki ortaya koyamıyordu. Çetin bir içsel hesaplaşma içine düşmüştü. Bu hesaplaşmanın içinde yol açtığı bilişsel çelişkiyi ise düşünmeyi ertelemeyi seçerek dindirmeye çalışıyordu. Oysa kendi de biliyordu ki, kendisine sorması gereken ilk soru şuydu:
“Bu söylentiler gerçekleşirse, bugüne dek inandığım, inancım sonucu yaptığım şeyleri, hareketleri değiştirmek zorunda kalacağıma göre bu değişikliği kabul edersem ne olacak, etmezsem ne olacak?” (Karasu, 30)
Kendisi bunun farkındaydı, asıl sorulması gerekenin ne olduğunu iyi biliyordu. Fakat kendini sorgularsa esaslıca oturup düşündükten sonra vereceği karardan korkuyordu. Karşı çıkmaktan korkuyordu. Dürüst olalım, ölmekten korkuyordu. Öldürülmekten korkuyordu. İdam edilmekten korkuyordu. İnancı dolayısıyla idam edilmekten korkuyordu. Halbuki yıllar boyu bir keşiş olarak manastırlarda, gezindiği köylerde, şehirlerde sürekli inancı dolayısıyla zulüm gören peygamberlerin, azizlerin, ermişlerin öykülerini anlata anlata zaman geçirmişti. Ne var ki bu süre zarfında benzer bir sona kendisinin de karşı karşıya kalabileceği ihtimalini belki de hiç değerlendirmemişti, oysa insanlardan öyle yapmalarını talep ediyordu.
Eh, inancı dolayısıyla ölümü göze alamamak, aziz mertebesine yaklaşamamak, kahraman olamamak da ayrı bir huzursuzluk kaynağı değil miydi? Nitekim Andronikos da durmadan kahramanlık kavramını sorguluyor, yeni yeni tanımlar getiriyor, kahramanlığın değerini düşünüyordu. Kendisi de kaçışı artık bir düşünme evresi olmaktan çıkarmış, fiziksel bir eylem haline büründürmüştü. Bulunduğu manastırı, statükoyu, dostu İoakim’i ve sahip olduğu ufak evreni terk edip yola çıkmıştı. Aştığı nehirler, geçtiği yollar, tırmandığı tepeler ona düşünce dünyasının bir tezahürü gibi geliyordu. Bu sırada da “kahramanlık” kavramını da yeniden gözden geçirme imkanı bulmuştu:
“Andronikos’un kahramanlığı ise kaçışı ile başlamıştı.
Kabul etmeği reddedecek insanın yiğitliğini, kahramanlığını göstermek istemediği için, kaçmasıyla birlikte kahramanlar arasına karışmıştı.” (Karasu, 73)
Görünüşe göre şu an Andronikos da bir kahramandı. Halbuki o toplum içine geri dönmediği sürece kimse onun kahramanlığından haberdar olmayacaktı. İnsanların elinde onun neden ortadan kaybolduğu hakkında fikir yürütmek için birçok ihtimal vardı. İnancı için kaçması ise bunlardan yalnızca biriydi. Belki de bu sebepten ötürü Andronikos, manastırına tekrar dönerek uzun yıllar boyunca yapmaktan kaçtığı şeyi gerçekleştirdi: İnancı dolayısıyla ölümle yüz yüze gelmek. Manastırda cezalandırıldı, 8 gün süren işkencenin ardından da öldü. Aradan çok zaman geçmeden ikonoklazm dönemi kapandı ve tasvirler tekrardan serbest bırakıldı.
Andronikos’u kahraman yapan neydi? Kaçışı mı, yoksa geri dönüşü mü? Anladığım kadarıyla Karasu işin pek de o tarafında değil. Zira kendisi de önemli olanın “kendi kendine soru sormak, kendi kendine kendi üzerine soru sormak, kendi kendini araştırmak” (Karasu, 47) olduğuna inanıyor. Dolayısıyla kahramanın kim olduğuna, neden kahraman olduğuna, ne zaman kahraman olduğuna karar vermek de bize düşüyor.