http://www.cetinates.com/ adresinden de daha yakından takip edebileceğiniz, Amerika’da yaşayan heykel sanatçımız Çetin Ateş ile yaptığımız keyifli röportajı sizinle paylaşmaktan mutluluk duyarız.

Sizi daha öncesinden tanımayanlar için kendinizden bahsedebilir misiniz?

1971 yılının son günlerinde Ankara’da dünyaya geldim. İlköğrenimimi ve liseyi Ankara’da tamamladım. Lisans öğrenimimi Adana’da CU. Eğitim Fakültesi, Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü, Heykel Ana Sanat Dalı’nda tamamladım. 1997-99 yılları arasında Adana Erkek Lisesi’nde Resim Öğretmeni kadrosuyla çalıştım. 1999 yılı sonunda Hatay MKÜ. Güzel Sanatlar Fakültesi, Heykel Bölümü’ne Araştırma Görevlisi olarak atandım. 2001-2003 yılları arasında Yüksek Lisans Öğrenimimi tamamladım. 2005 yılında MKÜ’deki görevimden istifa ederek ABD’ye yerleştim. Şuan ABD’nin Louisiana eyaletinin başkenti BatonRouge’da hem sanat çalışmalarımı sürdürüyor hem de zaman zaman sanatçı-öğretmen kadrosunda bulunduğum ArtsCouncil’da ve çeşitli okullarda çocuklara heykel sanatını öğretiyorum.

 Güzel sanatlar okumak istediğinizi ilk ne zaman veya hangi olay ile anladınız?

Çok küçük yaşlarda babamdan balık resmi çizmeyi öğrenmiştim. Sonraları ablamın resim dersi ödevlerini yaptığımı hatırlıyorum. İlkokulda aldığım mandolin kursu, ortaokulda seçildiğim flüt korosu ve lise de bulunduğum çok sesli koro beni müziğe çekse de; resim derslerinde gösterdiğim performans da öğretmenlerimin dikkatinden kaçmazdı. Türkiye’de yaşayan hemen hemen her ailede olduğu gibi benim ailemde de ‘sanat’, günlük konuşmaların içinde yer almazdı.  Evimizdeki Büyük Hayat Ansiklopedisi’nin resimli sayfalarında gördüğüm modern mimari yapılar etkilerdi beni. Picasso’nun LesDemoisellesd’Avignon (Avignonlu Kızlar)’ı beni epey düşündürürdü. “Bunu yapmakta ne var ki” duygusundan “Ne kadar uğraşsam da bir portreyi bu şekilde yansıtamıyorum işte, demek ki özel ve farklı bir durum var ortada ve bu da Picasso’yu buraya getiren şey” algısına geçmem zor olmamıştı.  Babam elimden tutup Etnografya Müzesi’ne götürdüğünde, gördüğüm İlhan Koman yapıtını işaret edip “Baba bu ne?” diye sorduğumda heykel sanatının sadece “At üzerinde Atatürk” olmadığının farkına varmıştım. Lise yıllarımda matematik, fizik ve kimya ile kanım uyuşmadığında anladım ki ben sanat eğitimi almalıydım. Annem destekleyici, babam etkisiz eleman konumundayken benden on yaş büyük olan ağabeyimin “Matematik her şeydir!” baskısı ile lise ikinci sınıfı iki yıl Fen kolunda okumak zorunda kalışım ve neredeyse okul hayatımı bitirecek bu hataya -ki sanat eğitimi almaya kesin olarak beni yönlendiren budur- isyankâr direnişim; lise son sınıfı, edebiyat kolunda ve sorunsuz tamamlamamı sağlamıştı. Artık annemin de kesin desteğiyle sanat okullarına giriş sınavları, benim için tek hedef olmuştu.

Türkiye’de bulunduğunuz süreç boyunca başka şehirlerde yaşama imkânı bulmuşsunuz; bence her yeni yer insana başka bir şey kazandırır, sizin içinde böyle bir durum söz konusu oldu mu?

Ankara’da 19 yıl, Adana’da 10 yıl ve Antakya’da 5 yıl yaşadım. Ankara, sanatı genel olarak tanımama olanak sağlamıştı. Adana, sanat eğitimimi aldığım ve tüm alt yapımı profesyonelleşme adına oluşturmaya başladığım şehirdi. Antakya ise bambaşka deneyimler kazandırmıştır bana. Sevgili arkadaşım, çok değerli Heykel Sanatçısı, Varol Topaç ile Eğitim-Öğretim’e yeni başlayacak MKÜ Güzel Sanatlar Fakültesi, Heykel Bölümü’nün ilk araştırma görevlileri olmuştuk. Tek Heykel Bölümü’nün olduğu bir Güzel Sanatlar Fakültesi. Kurucu Sayın Prof. Olcay Kirişoğlu, bir Öğretim Görevlisi Sayın Abdulkadir Öztürk ve iki araştırma görevlisi Varol ve ben. Aldığımız dört yıllık lisans eğitiminin ardından üstlendiğimiz görev: fakülte kurmak. Biraz ironik, biraz tiraji-komik ama gerçek. Türkiye’nin gerçeği. Elimizden geleni yaptık; araştırmadan ziyade haftada 38 saate varan ders yüklerimiz oldu. Bocaladık, ayakta kalmaya çalıştık ve büyük deneyimler kazanarak ilk mezunlarımızı da verdik. Antakya, çok enteresan bir şehirdi. İnsanların üzerinde pek konuşmadığı belki de önemsemediği gizemli bir şehir. Tarihle öyle iç içe geçmiş bir şehirdi ki, yerel halkın yaşadığı evlerin avlularında Roma sütunlarıyla karşılaşmak çok sıradandı. Müthiş bir doğa güzelliği, tarih, kaynaşmış farklı kültür ve inanışlar içinde hemen hemen herkesin birbirini tanıdığı küçük bir kent. Adıyaman Kahta’da Nemrut’u gördüğümüzde, oranın heykeltıraşların hacı olduğu ana mabet olduğuna kanaat getirmiştik arkadaşlarımla. Kendi sanatımda malzeme olarak özellikle metale yoğunlaşmamda Antakya Demirciler Çarşısı’nın değerli emekçilerinin de etkisi olmuştur.

Türkiye’den sonra Amerika’ya gittiğinizi biliyoruz. Bu süreç nasıl gelişti?

Amerika Birleşik Devletleri’ne gelişim benim dışımda gelişen bir olaydı. Şuan dokuz yıldır evli bulunduğum sevgili eşim Sibel Bargu, MEB bursu ile Kaliforniya eyaletinde yüksek lisans ve doktora eğitimi tamamlayıp mecburi hizmet için MKÜ’ye gelmişti 2002 yılında. 2003 yılında evlendik, 2004 yılı yazında SantaCruz’daki doktora hocası sevgili Mery Silver ona laboratuarında iş teklif edince 2005 yılı Ocak ayında altı bavul ile Türkiye’den ayrılıp Pasifik Okyanusu kıyısındaki SantaCruz’a yerleştik. Eski bir söylem olan ‘Yeni dünya, yeni hayat’ sloganıyla Amerika’daki yaşantım başlamıştı.

Amerika’da bulunduğunuz süreç boyunca bireysel çalışmalarınızın yanı sıra akademik anlamda çalışmalarınız da oldu mu?

Amerika’ya yerleşmek, akademik kariyerimin aksaması ve belki de sonlanması anlamına geliyordu. Çünkü İngilizcem “What is your name?” düzeyinde idi. O yüzden sıkıntılı bir karardı. Ancak Türkiye’den çıkmak, yeni arayışlarda bulunmak, farklı bir kültürel yapının içinde sanatıma yeniden yön vermek, benim için etkili bir itki olmuştu. Nitekim SantaCruz’da bulunduğum kısa sürede heykellerimi yapmaya uygun bir atölye ortamı oluşturdum ve gerek Türkiye’den getirdiğim, gerekse yeni ortamımda oluşturduğum heykellerle “SculptureHunt” isimli bir bahçe sergisi düzenledim. Çalışmalarımı ilk kez farklı kültürel bakışa sahip insanlarla paylaşıyordum ve bu da beni oldukça heyecanlandırıyordu. Aldığım onlarca olumlu eleştiriyle de oldukça cesaretlendim. Yerel sanatçıların oluşturduğu “SantaCruz Art League”e üye oldum. Kaliforniya’nın güneyindeki Laguna Beach’de bir galeri ile anlaştım. Heykellerimi  akademik disiplini almış ama onun baskı ve klişelerinden uzak bir ortamda yapıyor olmanın keyfi içindeydim ve bu da beni mutlu ediyordu. Sonrasında da akademik ortamı çok aramadım doğrusu.

Birçok sergiye katıldınız, bunları göz önünde bulundurursak sizi en çok heyecanlandıran tema hangisi olmuştur?

Beni en çok heyecanlandıran çalışmam lisans öğrenimimin üçüncü yılında yapmış olduğum Enstalasyon (yerleştirme sanatı) olmuştu. Seyhan Barajı kapaklarının açılması ile baraj suyunun göle karıştığı noktada oluşan çağlayanın üzerinde, her biri 25 metre uzunluğunda olan 50 adet farklı renkte kurdelenin yan yana dizildiği bir düzeneğin, coşkun suyun oluşturduğu hava akımı ile  suya paralel salınımından oluşan bir çalışmaydı. Su, akış hızı ve gürültüsüyle öyle çılgındı ki ona bir şekilde eşlik etme isteğimin, başarılı bir proje ile doruk yaptığı an ben de delirmiştim.

Grup ve bireysel sergileri kıyasladığınız zaman da ne gibi farklılıklar, zorluklar ve kolaylıklar ortaya çıkmaktadır?

Grup ve bireysel sergileri kıyasladığımda her ikisinin de kendine özgü kolaylıkları ve zorlukları söz konusudur. Kişisel sergilerde mekan, ürün, tanıtım ve sponsor seçimlerinde serbest olmak bir avantajdır ama bütün bunlar için bağlantıları kurmak, bürokrasi ile güreşmek size düşüyor ve bu da oldukça yorucu ve yıpratıcı bir çalışma sürecini gerektiriyor. Grup sergileri -eğer tüm bu sergi öncesi çalışmalar eşit ölçüde paylaşılabilirse- herkes için kolay oluyor. Eğer organizasyonu başka kişi ya da kurumlarca yapılan bir sergiye davet aldıysanız sadece konsepte uygun iş ya da işlerinizi göndermeniz yeterli oluyor. Sergi açmak, sanatsal bir aktivitedir ve bu aktivitenin gerçekleşmesinde; kolaylığında ve zorluğunda  içinde bulunduğunuz toplumun sanata ve sanatçıya bakış açısı da önemli bir etkendir. Büyük şehirlerdeki tanınmış sergi mekânları, çoğunlukla isim yapmış sanatçıların tekelindedir. Dolayısıyla genç bir sanatçının ismini duyurması, işlerini değerlendirmeye açması oldukça zordur. Küçük şehirlerde ise izleyici kalitesi ve ilgisi sinirlidir; çoğu zaman sanatçı yararlı geri bildirim alamaz. Bu da özellikle genç sanatçıların gelişimini baltalayıcı bir durumdur. Bir sanatçının gerek kişisel gerekse karma sergilerde yer alması, sanatçıya dışarıdan bakan bir gözün ve düşüncenin açacağı yeni pencerelerden bakma olanağı sağlar. Ayrıca farklı şehir ve ülkelerdeki sergilerde gerek sanatçı gerekse izleyici olarak bulunmak, sanatçı için önemli bir gerekliliktir. Özetle söyleyebilirim ki kişisel sergilerde sanatçı övgüyü de yergiyi de tek başına göğüslemek zorundadır. Sanatçı hem stresi hem gururu, onuru, mutluluğu uç noktalarda yaşar. Grup sergilerinde bu duygular daha düşük düzeyde yaşanır ama sanatçı kendisini değerlendirmek açısından daha verimli bir ortam bulabilir.

Sanat hayatınız boyunca etkilendiğiniz akımlar, sanatçılar nelerdir?

Sanat yaşantımda akımlardan ziyade sanatçılardan etkilenirim. Alberto Giacometti, David Smith, Alexander Calder, Julio Gonzalez, Pablo Gargallo, Picasso ve Kuzgun Acar en çok etkilendiğim sanatçılardandır.

En önemli soruya gelmek istiyorum, heykellerinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Doğrusunu isterseniz şimdiye kadar heykellerimi, kendim tanımlamayı hiç denemedim. Burada almış olduğum yorumların çoğunda onların “whimsical” (sıra dışı, acayip fikirli, garip, tuhaf, esprili) olduğunu soyluyorlar. Benim yapmaya çalıştığım şey, özellikle metal çalışmalarımda figür-mekân ilişkilendirmelerine ve çözümlemelerine odaklanmaktır. Ortaya çıkarmış olduğum figürlerin aslında kendi dünyaları içinde hep var olduklarını ve tıpkı bizler gibi kendilerine has mekânlarında hayatlarını sürdürdüklerini düşünüyorum. Ben bir pencere açıyor ve onları görünür kılıyorum. İzleyici, kimi zaman kendi içselinden, geçmişinden, kimi zamansa kendi hayal dünyasından benzerlikler, ortaklıklar ya da paralellikler yakalıyor ve mutlu oluyor. İnsan figürünün estetik, dinamik, enerjik yapısına vurgu yaparken, ele almış olduğum “yaşamın sürekliliği içinde her zaman yeni fırsatlara açık olmak, her şeyi silip yeniden başlayabilme cesareti, arayışlar, pes etmemek, aşkın ve dansın coşkusu, gizemlilik, romantizm” gibi konuları seçmiş olduğum eğretilemeler ile boyutlandırmaya çalışıyorum. Malzeme olarak metali seçmemdeki en büyük etken, biraz onun tarihsel süreçte üstlendiği ‘oldurucu silahlara malzeme olma’ özelliği, biraz da dokunduğunuzda his olarak verdiği ‘soğuk’luğu nedeniyle oluşan olumsuz yargıları yıkma hedefimdir. Bu yüzden diyorum ki : “Metal, sanata hizmet ettiği sürece sıcak kalacaktır”.

Bundan sonrası için ne gibi hedefleriniz var? Yeni serginiz için nasıl bir tema ve süreç düşünüyorsunuz?

Kariyer hedeflerim arasında Amerika’da iyi galerilerle çalışmak, sanatımla düzenli gelir elde etmek için kendi ismimi oluşturmak, prestijli sergilerde yer almak bulunuyor. Bu arada ‘sanatçıyı var eden, onu anlayan ve destekleyen, içinde yaşadığı  toplumdur’ a olan inancım ile heykel sanatını tanıtmak ve yaptırmış olduğum kimi 3D projelerle çocuklara bu sanatı sevdirmek değişmeyen idealimdir. Ayrıca bu günlerde başvuruma olumlu cevap aldığım, kasım ayında düzenlenecek olan SOFA (The International Exposition Of Sculpture Objects&Functional Art) Chicago sergisi için ciddi bir hazırlık dönemindeyim. Kendimi ve sanatımı en iyi şekilde ifade edecek işlerle orada bulunmayı arzu etmekteyim.

 

Leave a Reply