Bizimkisi bir aşk hikayesi, siyah beyaz film gibi biraz. Bu hikaye kadınların hikayesi. Roma mahallesinde yaşayan iki kadının hayata farklı yerlerden tutunma hikayesi. Filmin senaryosunu, yönetmenliğini ve hatta görüntü yönetmenliğini üstlenen Meksikalı Alfonso Cuarón’un hikayesi. Cuarón kendi çocukluğunun geçtiği Roma mahallesinden esinlenerek bir dünya kurguluyor. Bu dünyanın içine sokakları, evleri, çocukları ve kadınları yerleştiriyor. Bizlerse zenginlerin oturduğu bu mahalledeki bir eve konuk oluyoruz. Evin hizmetçisi Cleo’nun gözünden filmi izlemeye başlıyoruz.
Neredeyse her sahnede ekrana yansıtılan Cleo, filmin köşe taşı diyebiliriz. Hikayenin merkezinde olması, kameranın onu takip etmesi ile destekleniyor. Onu ve yaptıklarını takip ederek 1970lerin Meksika’sına ve beraberindeki toplumsal yapıya ulaşıyoruz. Sinematografik açıdan çarpıcı bir dile sahip olan Roma, daha açılış sahnesiyle ilgi uyandırıyor.
Açılış jeneriğinde kullanılan alan, çerçevenin içinde simetrik bir şekilde konumlandırılıyor. Filmin devamına sirayet edecek bu dengeli kullanım, gelecek sahnelere de atıfta bulunuyor. Diğer yandan siyah-beyaz renk kullanımı, yönetmen için dış plan çekimlerinde dijital teknik kullanımını kolaylaştırıyor. Bu sebeple, zamana ve mekana dair ipucunu filmin temelini oluşturan su motifi ile ediniyoruz. Suyun bıraktığı yansıma, yer ve gök arasında hangi zaman diliminde olduğumuza dair aydınlatıcı nitelikte. Beraberinde köpükle karışarak gelen su, sahnedeki amacın arınma, temizlenme olduğunu gösteriyor. Suyun nereden geldiğini bilmeden sadece duyulan seslerden çıkarım yapması isteniyor izleyiciden. Bu kısmi belirsizlik izleyicide merak uyandırıp filmin içine katılmasına yardımcı oluyor. İşte bu belirsizlik, çağrışımları da beraberinde getirerek izleyiciyi pasif konumundan aktif konumuna geçirir. Böylelikle seyirci gösterilen her motife, ekrana yansıtılan her imgeye anlamlar yüklemeye meyilli hale gelir. Mesela sürekli çarpan su sesi size neyi anımsatır? Kıyıya vuran dalgaları olabilir mi? Başka bir deyişle Roma’nın açılış jeneriği, filmin sonu ile bağlantı kurar ama izleyici henüz bunun farkında değildir.
Sonrasında geniş çekim tekniği kullanılarak ekranda görünen kadının kim olduğuna dair bir ipucu arar gözler. Bu çekimin amacı ortamı tanıtmak ve o kadının ne amaçla orada olduğuna dair izleyiciye bilgi vermektir. Sadece bu sahnede değil, filmin geneline yayılmış bir teknik aslında Cuarón’un kullandığı. İşin ilginç yanı ise, bu kadar geniş açılı çekimlerin arasında yakın plan çekimlerinin de belirli bir şekilde kullanılması. Bu sayede en ufak ayrıntıdan resmin bütününe bakmamız sağlanır.
Aslında tek bir ailenin içinde geçen olaylarla birlikte 1970 Meksika’sının içinde bulunduğu siyasi ve sosyal yaşama tanıklık ederiz. Bir olayın içine girmenin en kolay yolu nedir? İnsan nerede diğerleriyle ortak bir payda da olduğunu hisseder? Tabi ki kalabalık sokaklarda! Cuarón da bunun pek tabi farkında olacak ki, insanların en yoğun olduğu birkaç mekanı gözüne kestirmiş ve göze çarpan olayları ele almış. Mesela kalabalık sahne çekimlerinde sokak kavramı ön planda. Özellikle Corpus Christi Katliamı uzun soluklu bir sahneyle filmde yer alıyor. Filmin temelindeki “tracking shot” tekniğinin kullanılması, 120 öğrencinin ölümüyle sonuçlanan ayaklanmanın vehametini seyirciye tam anlamıyla hissettirmeyi başarıyor. Düz ve monoton bir ayaklanma sahnesi sunmak yerine, kişileri takip eden kameralar yardımıyla dükkanının camından sokaklara uzanma deneyimini bizlere Cleo aracılığıyla yaşatıyor. Demem o ki; sinema salonundaki rahat koltuklardan, kanlı Meksika sokaklarına siyah beyaz bir yolculuk Roma filmi…
Yalnızca sokaklar değil, hikayeyi oluşturan kadın karakterler de başımızın tacı. Evin hanımı Sofia ve yardımcısı Cleo aralarındaki hiyerarşik yapıya karşın hayatın onlara uzattığı zeytin dallarına birlikte tutunmayı becermiş iki kadın olarak karşımıza çıkıyor. Her ikisi de hata yapmaya ve bu hatalarını düzeltmeye fazlasıyla açık birer profil çiziyor. Hissettikleri gibi yaşıyor, yaşadıkları kadar hissediyorlar. Bu da onların her anını daha gerçekçi ve içten kılıyor. Sofia, kocasının onu terk etmesinin ve parasız kalmasının acısını hem Cleo’dan hem de çocuklarından çıkarıyor. Öfke patlamaları ve kalp kırıklıklarıyla yaşayan bir kadın olmanın ötesinde, o çocukları için fedakarlık yapabilecek de bir anne. Bu sebeple her ne kadar hayatın kendisiyle barışamasa da kırıklık ve hatalarıyla yüzleşmeye hazır ve nazır. Bu da onu mükemmellikten uzak, hayatta kalmaya çalışan bir kadın yapıyor haliyle. Cleo ise toprakları devlet tarafından elinden alınmış bir hizmetçi ve anneliği bilinçli olarak tatmamış bir kadın. Ev hanımını eleştirse de aralarındaki kadın olmanın getirdiği organik bağa karşı çıkamıyor. Ancak her şeyin ötesinde o da bir savaşçı. Bulunduğu zamanın birçok haksızlığını kabul etse de, içinde hep var olan vicdanı ve cesareti onu hayatta tutuyor.
Her sahnesiyle mizansen, kurgu ve sinematografik açıdan bir başyapıt olmaya aday olan ROMA, şimdiden Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan ile dönmeyi başardı. Cuarón Altın Küre’den de kucağında “En İyi Yönetmen” ödülüyle dönerek emeklerinin meyvesini alıyor. Bu başarısının altında yatanın ise üstün anlatım gücü olduğu yadsınamaz. Tekrarların sıkça kullanılması da anlatım gücünü arşa çıkarıyor haliyle.
Sonuç olarak Roma’ya misafir olan kimse başrol değil, aksine Alfonso Cuarón her karaktere eşit mesafede yaklaşmış. Statüleri ne olursa, her insanın adil bir yaşamı hak ettiğinin altını çizercesine…