Kırmızı birçok şeyi simgeler: tutku, enerji, savaş, kan. Sonra umut, statü, yalnızlık, bir anlamda kölelik… Üniversite okumuş eğitimli bir kadınsın ve bütün dünyan, dördüncü eşi olarak geldiğin zengin adamın evi; dışarıdan uçsuz bucaksız muazzam bir zenginlik, içeriden bir ölüm odasının gölgesinde bir hapishane… Eğer kapının önüne kırmızı fenerler asıldıysa, Efendi’nin ziyaretiyle onurlanacaksın demektir. Kırmızı fenerler statünü arttırır, hizmetçilerin sana nasıl davrandığın belirler, yemeklere sen karar verirsin, evin hakimiyeti sende olur. Dört kadının beraber yaşadığı bu yerde birbirinin üzerinde hakimiyet kurmaya çalışırsın, diğerinin kuyusunu kazarsın, Efendi’nin geceyi senin yanında geçirmesini sağlamak için… Bu kadarsın işte. Kapının önünde yanan kırmızı bir fenerden ibaretsin. Sana dayatılan yarışta yarışı sorgulamadan kazanmanın derdindesin. Ufak ve anlamsız birtakım lükslere sahip olabilmek için, gerçekliğini değersiz şeylerin içinde eritmektesin.
Filmin (Raise the Red Lantern) ana karakteri Songlian, babasının ölümüyle üniversite ücretini karşılayamaz hale gelir ve üvey annesinin zoruyla zengin bir adamla evlenir. Zeki bir kadındır ve önce evin düzeniyle ilgilenmez, kendi düşüncelerine göre yaşamaya devam eder. Ancak düzene uymak zorunda olduğunu yavaş yavaş anlar, ve anlamakla kalmayıp gerçekten bir parçası haline gelir. Film ilk yayımlandığında, mutlak bir otoritenin altında ezilen ve ona itaat etmek zorunda kalan insanların yaşadıklarını anlattığı ve otoriteyi eleştirdiği gerekçesiyle, Çin’de yasaklanmış. Yönetmen Zhang Yimou her ne kadar böyle bir amacının olmadığını söylese de, neden böyle düşünüldüğünü anlayabiliyorum. Sanatçı neyi anlatmayı hedeflerse hedeflesin, kendisinin başka parçalarını da sanatına kaptırır. Anlamsız ve değersiz bir gücün altında varolmaya çalışan ve kendini manasız yarışların içinde bulan kişi, genelde yaşamını devam ettirmesine yarayacak yolu seçer.
Bu böyle ancak her şey kontrolümüzün dışında değil. Filmi izlerken aklımda devamlı kadınların arasındaki ilişki ve aslında ne kadar yalnız oldukları vardı. Megan Fox bir röportajında kadınların -birbirlerini sevdikleri zamanlar dahil- sürekli bir yarışma içinde olduklarını söylemişti. Filmde kadınlar Efendi’nin yanlarına gelmesini sağlamak ve evlerinin önünde yanan kırmızı fenerleri görebilmek için, birbirlerine büyü yapmaktan zehirlemeye kadar her türlü yolu deniyorlar, birbirlerine her türlü zararı veriyorlar, sonu gelmez bir savaşın içindeler. En büyük gayeleri bir erkek çocuklarının olması, böylece Efendi’nin hep onların yanında olacağına ve güçlerini koruyacaklarına inanıyorlar. Ancak filmde ilk eşi -evin en büyük oğlunun annesini- yaşlanmış olduğu için ilgi görmez bir halde buluyoruz.
Güç, bu değildir. Değer görmek, bu yolla aranmamalı, kazanmamız gereken savaş bu değil. Günümüzde her gün yeni bir kadın cinayeti duyuyoruz. Şiddet gören kadınlar, ilgi göstermedi diye öldürülen genç kızlar… Kazanmamız gereken asıl savaş bu. Bunu tek başımıza yapamayız, biz bize sahip çıkmazsak, kendimizi korumasız bulduğumuzda yanımızda kimseyi göremeyiz. Memnun olmadığımız bu düzenin zincirlerinden ve içinde sürüklendiğimiz bu anlamsız yarıştan kurtulmak için evimizin önüne kırmızı fenerler asılmasını amaçlamak yerine, kadınlar olarak o kırmızı fenerleri içimizde birlikte inşa edip, birlikte yakmalıyız. Ancak bu şekilde bu savaşın galipleri bizler oluruz.