Wes Anderson sunduğu deneyimi bir çocuğun perspektifinden aktarır. Algılanan hayat bir çocuğun ruhunun şenliği kadar alacalı ve onun naifliği kadar pasteldir. Çocuğun kıpır kıpır tahmin edilemezliğine tezat bir şekilde düzlemlere paralelliğine sadık hamlelerle hareket eden kamera, Wes Anderson’ın yarattığı dünyaya dair ilk ipuçlarından birini bizlere sunar. Karakterlerde de gözlemleyebildiğimiz bu donuk coşkunluğun en belirgin hallerini; karakterlerin söylemlerinin içinde barındırdığı duyguyu o duygudan kopuk bir şekilde ifade etmelerinde ve melankolinin aynası esprilerin yankısız kahkahalarında bulabiliriz. Kahramanların büyük bir çoğunluğu çocukluklarının en baş döndürücü esrik anlarından birinde bir trajedi yağmuruna yakalanmış ve bu yağmurun etkisini onlarla tanıştığımız yetişkinlik dönemlerine değin üstlerinde taşımaya devam etmiş gibidirler. Her birinin bu ağırlıkla mücadelesi seçtikleri yöntemlerle birbirinden ayrılır fakat melankoli ekseninde aynı masaya oturur. Çocukluk çağında tanıştığımız karakterler de bu yağmurdan kaçamamış fakat yetişkin karakterlerde gözlemlediğimiz çocukluk dünyasına sığınma halinin aksini gerçekleştirerek denetimi ele almayı tercih etmiş kimselerdir. Bu sebeple Wes Anderson filmlerinde çocuklar ve yetişkinlerin alışık olunan dünyanın aksine rolleri değiştiklerini söylemek mümkün olacaktır. Karakterlerin normatif davranmamasından yana olan Wes Anderson, tiplemelerden kaçınarak her an zincirlerini eğip bükmeye ve keyfince koparmaya hazır karakterler yaratırken asla taviz vermediği simetrik sahneleriyle durağanlığın ve titreşimin ikilemini farklı bir araçla daha izleyenlerine tattırır.
Wes Anderson, çok katmanlı dünya yaratısında hikâye anlatıcılığının yerini bariz bir unsur olarak sunmak ister. Anlatıcının apaçık varlığı filmlerinde yer verdiği çeşitli rollerle filmin çekirdeğinden bir parça haline gelir: “The Moonrise Kingdom” filminde anlatıcı zaman zaman belirerek hava koşulları, coğrafya hakkında bizlerle bilgilerini paylaşır hatta bir noktada çocukları arayan izci başına ve aileye nerede olabileceklerine dair fikrini de söyler. “The Grand Budapest Hotel” filminin ilk sahnesinde bir insanın elinde tuttuğu bir kitapla yazarın büstüne ziyarette bulunduğunu görürüz. Sonrasındaysa o kitabın anlatısının görsel yolculuğuna atıldığımızı anlarız. Yazarın (Wes Anderson Stefan Zweig’ın eserlerinden esinlendiğini belirtmiştir, bu durumda görselleştirilen yazarın Stefan Zweig’ın bir portresi olduğunu söylememiz mümkündür.) kendisi de filmin ilerleyen noktalarında bizlere ufaktan bir göz kırpar. The Grand Budapest Hotel’de otelin tanıtımı bizlere Mösyö Gustave H. tarafından yapılır ve diğer birçok Wes Anderson filminde olduğu gibi 4. duvarın yıkılması temel işleyişin bir parçası haline getirilir. “ Moonrise Kingdom”, “Royal Tenenbaums” ve “Fantastic Mr. Fox” filmlerinde bir hikaye kitabının anlatısını seyredeceğimiz bize kitap imgesiyle gösterilir. “The Darjeeling Limited”da kardeşlerden biri başlarından geçenleri yazıya döker ve “Rushmore” perdenin açılması ile başlayıp perdenin kapanması ile biterek bir tiyatro oyunu olarak sunulur. Bu noktada denilebilir ki film yaratımının bariz kılınması da yapıtın kendine dönük farkındalığını belirtir: “The Life Aquatic with Steve Zissou” filminde Zissou ve takımının çekmekte oldukları belgesele çekim anında izleyici olarak eşlik ederiz, “The Moonrise Kingdom”da anlatıcının kameranın ışığında ayarlamalar yaptığına tanıklık ederken film ekipmanlarının olay örgüsünün gerçekleştiği katmandan farklı bir katmana ait olmadığı düşüncesi kendisini gösterir.
Çevrenin tasarımı ve kameranın konumlandırılışı Wes Anderson filmlerinin karakteristik özelliklerindendir. Yaratılan atmosfer ve karakterlerin yaşam alanları onların hikayelerine dair bir iç görü sunarken hikayenin içerisinde anlatılan sessiz yaşantı öğeleri ile anlatıya yeni bir derinlik kazandırır. Kostümler ve bazı karakterlere atfedilen eşya seçimleri onların karakter tasvirlerinin somut birer parçasıdır. “Moonrise Kingdom”dan Suzy’nin dürbünü onun için vazgeçilmez bir eşya haline gelmiştir. Sam hayatı tehlikeye girecek olmasına rağmen dürbünün Suzy’nin sihirli gücü olduğunu söylerek unutulduğu yerden onu almak için koşturur. Chas Tenenbaum ve oğullarının daima kırmızı tulumlarıyla dolaşmaları Chas’ın eşini ve oğullarının annelerini yangında kaybetmelerinin ardından yaşadıkları travmaya verdikleri daimi bir hazırlık cevabı gibidir.
Bundan sonraki kısım Anderson’ın yeni filmi olan “The French Dispatch” ile ilgili fakat herhangi bir spoiler yok, merak etmeyin.
Yeni filmi olan “The French Dispatch”te yeni bir anlatım tarzı deneyerek gazetedeki yazarların yayımladıkları yazıların hikayelerine birer kapı aralıyor ve o hikayelerin hem yaratılış anlarını hem de yazıya dökülmelerine tanıklık ediyoruz. Her bir yazarın kendine özgü üslubu ile bu yazıları kaleme almış olması editörün gözünden okumamıza rağmen belirginliğini kaybetmiyor. Her bir yazarın kendi dünyası ve paylaştıkları dünyaların renkleri filmin bütününe kendine has bir zenginlik katıyor. Kullanmayı tercih ettiği renk paleti de hikayeden hikayeye değişiklik gösteriyor ve bu sayede tek bir filmde içinde kaybolabileceğimiz çeşitli yaşam örgüleri deneyimliyoruz.
Wes Anderson filmleri; sunduğu estetik dünyası, var olmanın getirisi problemleriyle özdeşim kurabileceğimiz karakterler, dinamik olay örgüsü ve özgün anlatım ve aktarım tarzıyla deneyimlemeye değer bir yolculuk vadediyor.
Kaynakçam ve İlgilenenler İçin Daha Fazlası: