Biz insanlar ne çok seviyoruz değil mi anlatmayı; yaşadıklarımızı, başımızdan geçenleri anlatmayı? Tüm ayrıntılarıyla zihnimize hatta bedenimize işlenen her şeyi anlatmak istiyoruz, belki de tarihin ilk zamanlarından beri. Bellekte yer edinen ve yaşanan tüm anıları yaşatmaktan bahsediyorum, tek jenerasyona atfedilen her şeyin başka jenerasyonlarda da hayat bulmasını sağlamak aslında bu. Nasıl aktardığımız fark etmeksizin onların yaşamını sürdürmesini istiyoruz bilinen ilk zamanlardan beri. Bir antik duvar resmiyle ya da başka formlarla başlayan hikâye anlatma geleneği, günümüzde de hayatımızın çok ama çok büyük bir parçası. Kulağa iddialı gelse de şu bir gerçek ki neredeyse yaşadığımız, belleğimizde yer edinen her şeyi anlatıyoruz, dışa vuruyoruz bir şekilde. Kimi zaman bu bir sohbetten ibaret oluyor kimi zamansa sanatın ta kendisi. Böyle bir aralıktan kendine nerede yer bulabilirse.
Hikâye anlatıcılığı günümüzde var olmaya devam ederken kendine açtığı yeni yollarda eskinin izlerini taşıyor mutlak suretle. Tekniğin korunmasından tutun da anlatılanların kendini özde tekrarlamasına kadar uzanan bu yolda yaşamaya devam ediyor. Bu devir daimin en güzel örneklerinden biri tiyatro bana göre. Geçmişten günümüze, geleneksellikten modernliğe emin adımlarla ilerlemiş bir sanat… Antik Yunan ve Roma’dan günümüze ulaşan bu uzun yolda dallanıp budaklanarak ilerleyen bu sanat dalı bizlere hikâye anlatıcılığı konusunda en büyük olanakları sağlayan bir dal olmuştur. Biz onu ne kadar Batıyla bağdaştırsak da tüm kültürlerde ait olduğu kültürün mirasını taşıyarak ve özünü koruyarak var olmayı bir şekilde başarmıştır. Ayrıca kültürü iletmek için yaşadığı değişim, onu renklendiren ve aynı zamanda da özgün yapan şey. Daha yakın coğrafyalar hakkında konuşmak gerekirse hem Türk kültüründe hem de İslam kültüründe bu özgünlüğü görmek mümkün.
Türk ve İslam kültürünün ortak ve özgün geleneklerinden biri olan “Ta’ziye”nin günümüze ulaşan bir kültür mirası olduğu söylenebilir. Biri öldüğünde baş sağlığı dilemekten ibaret gibi görünse de günümüzde; aslında bu iki kültürün, özellikle de İslam’ın tragedyası olarak nitelendirilebilecek kadar güçlü bir sanat eseridir bu gelenek. Taziyelerde oyunlar oynanır, meddahlar dramatik anlatılar gerçekleştirirler, kuklalar ve danslar görülür; en önemlisi de canlı oyuncular vardır. Bu ayrıntılar gerçeklikte kendine yer bulur ve İslam’ın tiyatrosu olarak (And 93) nitelendirilebilen taziye geleneği, tragedya kültürünü içinde barındırmasıyla dram türü olma niteliğini kazanmaya bir adım daha yaklaşır aslında. Özellikle, Antik Yunan tragedyasına, din odaklı Orta Çağ oyunlarına ve aynı zamanda da drama yakınlığıyla üçünün kısmi örneği/ birleşimi olduğu bile söylenebilir (And 101). Özellikle de tragedyaya hem form hem de içerik bakımından oldukça yakındır. Hikâye anlatımı açısından da yaşanan acı ve hezimet öyle güçlü öyle karanlık -kimi zaman abartılı- bir şekilde anlatılır ki, ağır bir dışavurumla ifade edilirken duygu gerçekten izleyenlere geçmiş olur. Bir nevi zehrini akıtır bu yolla halk; paylaşarak, anlatarak ve hatta izleyerek.
Taziye geleneğinin ve Yunan tragedyasının sahnelenişinde iki türü birbirine yaklaştıran çok fazla ortak yön bulunmaktadır ve Metin And, Ritüel’den Drama Kerbelâ-Muharrem-Ta’ziye adlı eserinde bu benzerlikleri oldukça açık bir şekilde belirtmiştir. Türlerin ana kahramanları hakkında konuşmak gerekirse iki türde de sıra dışı özelliklere sahip, önemli kişilerin yer aldığı söylenebilir. Ayrıca bu karakterler genelde toplum üzerinde önemli bir nüfuza sahip olmakla beraber insanların hayatlarında iz bırakan isimler olmuşlardır. Bu karakterlerin acı yazgıları vardır ve ne yazık ki bu yazgılar önlenemez kötü sonla biterler. Karakterlerin bu yazgıya dayanmalarına hatta ve hatta savaşmalarına rağmen bu son kaçınılmazdır. Bu türlerin geleneksel hale gelip süreklilik kazanmasını da sağlayan öge yılın belli zamanlarında dinsel ritüeller gibi toplanmalarda sunulmasıdır. Bu ritüellerde sergilenen türler karşımıza manzum olarak çıkarlar ve güçlü oyunculuklara ve hatta güçlü seslere ihtiyaç duyarlar. Bir başka kesiştikleri noktaysa koro yapılanmasıdır. İkisi de koroya sahiptir ve edilgen bir dille koro kimi zaman ezgiler, kimi zaman şarkılar söyler. Esasen seyircinin duygusal değişimlerine seslenen bu türler, içinde geçen mucizevi olaylarla da seyirciyi şaşırtmayı ve oyunda tutmayı başarabilir. Kimi zaman dördüncü duvarı bile aştıran bu oyunlar ne kadar statik gözükseler de hem bu yolla hem de musiki açıdan bir dinamikliğe sahip olduğu için oldukça güçlülerdir. Son olarak “ironi” bu iki türün de baş tacıdır. Seyirci önceden ona özellikle söylenmese bile olacaklardan haberdardır, oyunu bu bilinçle izler tıpkı Oedipus’un kehanetinin, İmam Hüseyin’in ölümünün gerçekleşeceğinin bilindiği gibi. Dekor ve kostüme gelecek olursak da işlevi farklı bile olsa ikisinde de maske kullanımı yaygındır. Giysilerse özellikle renkleri ve bunların anlamlarıyla öne çıkmışlardır. Mesela taziyede öleceği önceden belli biri beyaz ağırlıklı bir kıyafet giyer kefeni çağrıştırmasından ötürü. Belli başlı renkler de o kültürde ne anlama geldiğine göre yer alır bu türlerde (And 103-104).
Hissettiğimiz her şeyi bir şekilde anlatma ihtiyacımız kimi zaman mutluluklarımıza kimi zamansa acılarımıza ses oluyor. Bazen formu bazense içeriği de değişse tiyatro bedeni oluyor bu ortak hislerin, tragedya gibi. Ne anlatırsak anlatalım ve nerede anlatırsak anlatalım dilimiz ve sesimiz kulağa ne kadar garip gelse de ortak olabiliyor tıpkı yaşadığımız acılar ve bizde bıraktığı izler gibi.
KAYNAKÇA: And Metin, Ritüelden Drama Kerbelâ – Muharrem – Ta’ziye, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2022.